29 Mart 2021 Pazartesi

Haşrin Numunesi Olarak Sırlı Kış Uykusu

  


Kış uykusu sürecine giren canlılar fevkalade değişimler geçiriyor. Vücut sıcaklıkları düşüyor, kalp atışları yavaşlıyor, damarlarındaki kan akışı azalıyor. Mesela, 13 çizgili yer sincapları olarak bilinen Ictidomys tridecemlineatus türü sincapların kalp atışları dakikada 300-400’den dakikada 3-10’a, oksijen tüketimleri normalin yüzde 2’sine düşüyor. Uyanmalarıyla vücut sıcaklıkları iki üç saat içinde 5 dereceden 37 dereceye çıkabiliyor. Aslında bu bir uyku süreci de değil. Bu hayvanların ölüme yakın durumda nasıl yaşadıkları ve vücutlarındaki değişimlerin nasıl tetiklendiği yıllardır bilim insanlarının merak konusu.
Amerika Birleşik Devletlerinin Yale Üniversitesi Tıp Fakültesinden Doç. Dr. Elena Gracheva ve meslektaşlarının, sonuçları Current Biology adlı akademik dergide yayımlanan yeni araştırmaları ilginç bir gerçeği ortaya çıkardı. Aylarca hiç bir şey yeyip içmeyen yer sincapları kış uykusundayken susuzluk hissetmiyor, su içme ihtiyacıyla uyanmıyor. Öyle ki, Gracheva ve ekibinin kış uykusundan uyandırdıkları yer sincapları bir yudum su bile içmedi.
Dahası kamera kayıtlarına göre, kış uykusuna hazırlanan sincaplar normalden de az su içiyordu. Araştırma ekibinin yaptığı testler, sodyum gibi elektrolitlerin ve glikoz, üre gibi kimyasalların kanlarında değil de, vücutlarının başka bir yerinde (muhtemelen idrar kesesinde) depolandığını, böylece kandaki serum konsantrasyonunun düşük tutulduğunu gösterdi. Kış uykusundan uyandıralan yer sincapları, ancak serum konsantrasyonu yapay olarak artırıldığında su içti.


İnsanoğlunun beynine ulaşan kan miktarı düşerse kişi felç olabilir; kalp kası oksijensiz kalırsa kalp krizi geçirebilir. Oysa, kış uykusuna yatan hayvanlar damarlarındaki kan akışının azalmasından dolayı zarar görmüyor. Minnesota Üniversitesi’nden Prof. Matthew T. Andrews, “felç, ya da kalp krizi geçiren bir insanın dokularındaki, organlarındaki en büyük hasar kan akışının azalmasıyla değil, akışın normale dönmesiyle meydana gelir” diyor ve bu hayvanların akışın eski haline dönmesinden dolayı da zarar görmediklerini söylüyor. 2020 Ocak ayında Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden yapılan açıklamada, yer sincaplarının uyanmalarıyla vücut sıcaklıklarının normale dönme sürecinin kalp krizine benzediği, kalp atışlarının hızla arttığı, fakat sincapların bundan zarar görmedikleri belirtildi. Ayrıca yer sincaplarının felçten, kemik ve kas kaybından, metabolik hastalıklardan da korundukları ifade edildi. Şunu da belirtelim, Wisconsin Üniversitesi’nden Veterinerlik Fakültesi’nden Dr. Hannah Carey, kış uykusundaki yer sincaplarının çok fazla kan kaybetseler bile normalde olduğundan daha uzun süre yaşadıklarını ve kış uykusundayken çıkarılan kalp ve karaciğerlerinin çok daha uzun süre vücut dışında canlı kaldığını tespit etti.

Pek çok araştırmacı ayıların kış uykusunu inceliyor. Ayılar yemeden içmeden, çok az hareket ederek aylarca yatıyor ve her gün yaklaşık dört bin kalorilik yağ kaybediyorlar. Ancak kalp sorunları, pıhtılaşma sorunları olmuyor; kaslarında büyük bir kayıp görülmüyor; kemikleri hızla erimiyor. Bilim insanları, benzer bir süreyi yatakta geçirecek bir insanın yardımsız ayağa kalkamayacağını söylüyor. Kış uykularının başında ve sonunda kara ayılara testler yapan Wyoming Üniversitesi’nden Prof. Henry Harlow ve ekibi, yaklaşık dört ay beslenmeden inlerinde kalan ayıların kas güçlerinin yalnızca yüzde 29’unu kaybettiğini tespit etmişti. Araştırmacılar, üç ay boyunca yatağa bağlı kalan insanların, dengeli beslendikleri halde güçlerinin yüzde 54’ünü kaybettiğini belirtiyor. Barcelona Üniversitesi’nden Prof. Josep M. Argilés başkanlığında yapılan araştırmaya göre, ayı kanındaki bir madde protein parçalanmasını önlüyor. Ayılar aylarca idrar çıkarmıyor. Tehlikeli bir madde olan ve normalde idrarla atılan üre vücutlarında ayrıştırılıyor, açığa çıkan azot yeni proteinlerin yapımında kullanılıyor. Bilim insanları bu şaşırtıcı sürecin sırlarını araştırmaya devam ediyor. (1)

Haşirde tüm ruh sahiplerinin diriltilmesi, Allah'ın kudreti için, kış mevsiminde ölüme benzer bir uykuya yatmış bir sineğe baharda yeniden hayat ve vücut verilmesinden daha zor olamaz. Zira ezeli kudret zatidir, kendindendir; değişmez, ona acz karışamaz, engeller müdahale edemez… Onda mertebeler olamaz… Her şey ona nispeten birdir.” (Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri kısmen günümüz Türkçesiyle ) (2)

(1) Yazı kaynağı: https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/83640/hasr-i-ekberin-kucuk-numuneleri/
(2) https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/hakikat-cekirdekleri/663

17 Mart 2021 Çarşamba

Petra Yalanı

 Dan Gibson adlı, Kanadalı bir fotoğrafçı ve sinemacı bir artistinin iddiası: İslam'ın ilk yüzyılındaki camilerinin kıblesinin Petra’ya doğru olduğu, Mekke veya Kudüs’e doğru olmadığı yönündedir. Gibson bu iddiasını, Emeviler döneminde yapılan bazı camilerin Petra’ya doğru yöneldiğini ispatlamaya çalışarak yapmıştır.


Öncelikle belirtelim ki, Müslümanların kıblesi olan Mescidi Aksa, Kudüs şehrindedir. Daha sonra Bakara 144. ayet ile kıble Mekke şehrine çevrilmiştir. Bakara, 150. ayet ise, tek başına tüm bu iddiaları ortadan kaldırmaya yeterlidir. “Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Nerede bulunursanız yüzünüzü yine o tarafa döndürün ki, -haksızlığa saplanmış olanları dışında- insanların aleyhinize kullanacakları bir delil bulunmasın. Onlardan korkmayın, benden korkun. Ve bir de size nimetimi tamamlayayım, siz de hidayete eresiniz.”

Medine şehri, Petra ve Mekke şehirleri arasında bulunur. İlk mescidi (Kuba) buradadır. Kıblesi ise Mekke’ye doğrudur! Medine şehrindeki hiçbir eski mescit, Petra şehrine doğru değildir. Tamamı Mekke’ye doğrudur. İlk yıllarda yapılan bazı camilerin kıblesi tam olarak Mekke’ye dönük değildir. Bu da çok doğaldır çünkü o dönemlerde Trigonometri ve coğrafya bilimi yeteri kadar gelişmemişti. Gibson tarafından kıblesi Petra olarak ilan edilen Anjar şehrindeki Emevi sarayının kıblesi Petra’ya değil, Sina yarım adasına doğrudur. Diğer bir Emevi sarayının ( Qasr al Mushatta) kıblesi Petra şehrine doğrudur. Ama bu sarayda, Ürdün’ün başkenti Umman’a yakın bir yerdedir ve düz bir hat çizsek, yaklaşık olarak önce Petra sonra Mekke’ye doğru bir çizgi elde etmiş oluruz ki bu hat, o dönem için gayet ideal bir sonuçtur.


Başka hiç bir caminin yönü Petra’ya yönelik değildir. Evet (Mesela Endülüs/İspanya veya Kuzey Afrika’daki) bazı camilerde kıble/Mescidi Haram yönü tam tutturulamamıştır ama kıble de asla Petra değildir, olmamıştır! Bu yanlış hesaplama günümüzde hala daha da olabilmektedir, ne yani şimdi yanlış hesaplanan yöndeki ‘herhangi’ bir şehir, asıl kıblemiz mi olacaktır?! Hârizmî gibi Müslüman bilim adamlarının matematiği ve coğrafya bilimini geliştirmesinden sonra yapılan bütün camilerin kıblesi, tam doğru olarak Mekke’dir. Zaten bunu Bunu Dan Gibson adlı artistte kabul etmektedir.



Camilerin dış yapıları şehrin ana düzenine göre yapılmasına karşılık içerideki kıble, matematiksel hesaba ( o çağın hesabına ) göre düzenlenmiş. Peki bu durumda böyle camilerin yukarıdan uydu fotoğrafları ile kıbleleri hakkında hüküm veren Gibson’ın metodu ne derece sağlıklı ve güvenilir kabul edilebilir, ayrı bir soru olarak önümüzde durmaktadır! Mesela, 705’te Sana’a da yapılan Büyük Cami’nin ana ekseni 334° dereceye bakar. Petra’da 334’tedir. Mekke ise 326 derecededir. Ama; Cami’nin ana ekseni Mekke’deki Kabe’ninkiyle paraleldir! Lübnan’ın Baalbek’teki cami, baktığı yön 177°, Petra’nın olduğu yön 190°. Ürdün’deki 701 yılından kalan Emevi Camii 183 dereceye bakıyor. Petra 194 derecededir. Tunus’un al-Zaytuna isimli camis, Gibson’a göre 154 dereceye bakıyor. Petra 100° de…liste böyle uzayıp gidiyor!


Zaten Bakara 149. ayet bize, Fevelli (فَوَلِّ ) ‘Yüzümüzü ‘Mescidi Haram’a yöneltmemiz istenir; yüzümüzü çevirmemiz, buyrulur. Ama direk nokta atışı, Kabe değildir emir. ‘İmkan ölçüsünde’ Müslümanlar Mescidi Haram’a yönelir, yoksa asıl amaç Allah’a yönelmek; itaat etmektir. Bu konudaki diğer kanıtta, İmam Malik’in, Muvatta isimli hadis kitabında geçer. Nafi’nin Ömer b. Hattab’dan rivayet ettiğine göre: “Doğu ile Batı arasındaki herhangi bir yer”, birisi Beytullah’a doğru ilerlediği sürece kıble olarak alınır.” Ahmed bin Hanbel dedi ki: “Bu (söz), içerisinde Beyt bulunan Mekke haricindeki bütün memleketler için geçerlidir. ondan her kim saparsa , kıble’yi kaçırmıştır.” (Sünen-i Tirmizi Tercümesi, I/245)

Londra Üniversitesinden Crone ve Cook, İslam’ın Mekke’de değil Arabistan’ın kuzeyinde bir yerlerde başladığını ileri sürmüşlerdi. 1991’de Crone ve Cook kitaplarını geri çekerler. Crone bunu şöyle (diyerek) kabul etti “Biz gençtik ve hiçbir şey bilmiyorduk” Ama Gibson bu iddiayı aynen kabul eder, alır ve gerçekmiş gibi savunur.

İngiltereli Prof. David A. King, ay takvimini düzenlemek, namaz vakitlerini belirlemek ve kıble yönünü belirlemek gibi konularda yüzyıllar öncesinin Müslümanlarının uyguladıkları teknikler hakkındaki bilgi birikimini, önceden bilinmeyen el yazması kaynakları kullanarak genişletmiş ve belgelemiştir. Prof. King, Gibson’ın “Petra tezini tümüyle yıkmak” amacı ile uzunca bir makale* yazar. Prof. King, Gibson’ın, ‘ modern akademik çalışmalardan habersiz olduğunu, kullandığı çoğu veriyi yanlış anladığını ve yorumlarının tamamen kusurlu olduğunu’ ispat eder. King eleştirilerini sıralamaya devam eder: ” Onun argümantasyonu zayıftı. Sadece camilerin yönelimlerini (baktığı yönü) sunmadığı için değil aynı zamanda kaynakçası, kıble konusunda yapılmış tek bir çalışma (bile) içermiyordu.” Prof. King devam eder: ” Açıklığa kavuşturulması gereken ilk şey, erken camilerin Mekke’nin (veya Petra’nın) modern yönüne doğru yönlendirilmiş olmasının beklenemeyeceği ve bu yöne bakmazlarsa “yanlış” olarak nitelendirilmemeleri gerektiğidir.” Devamın da: “Gibson’ın erken dönem bazı camilerin Petra’a doğru bir açıyla karşı karşıya kaldıkları yönündeki “keşfi” tesadüfidir; çünkü Müslümanların ilk kuşakları, Petra’nın yönünü bir-iki dereceye varan hassasiyette bulabilecek herhangi bir yola sahip değillerdi. Değillerdi, çünkü en azından herhangi bir coğrafi koordinata erişimleri yoktu ve (gereken düzeyde) bir matematikleri yoktu. Gibson’un Petra’ya bakacak şekilde inşa edildiğini düşündüğü camilerden hiçbirisinin Petra ile bir ilgisi yoktur.”

Ve son söz; keşke günümüz ateist geçinenleri de bu batılı araştırmacı kadar objektif olabilseler: ” İlk Müslümanların Mekke’nin yönünü doğru şekilde bulmalarının için hiçbir yolu yoktu, ancak ellerinden gelenin en iyisini yapabildiler.”

https://web.archive.org/web/2017100...heritage.com/article/from-petra-back-to-makka

Gibson’ın iddiasının temel referans noktası, Google Earth yaptığı tespitler. Ama daha sonra yazdığı kitabında Google Earth ile binaların kıblelerinin doğru şekilde tespit edilemeyeceğini bizzat kendisi itiraf ediyor. Son kitabında, “Ben zaten Google Earth ile kıbleleri tespit etmemiştim zaten, ‘Aster’ isimli başka bir sistemle çalışmamı yapmıştım.” (Early Islamic Qiblas, s. 120, 2017) dese de ne yayınladığı ilk kitabında (Quranic Geography, 2011) ne de yayınladığı belgesel videoda ( 2016) kaynak olarak asla bu sistemden bahsetmez, adı bile geçmez! İlk kitabının ve belgeselinin kaynağı Google Earth programıdır, son kitabında bu kaynağı kendisi çürütmüştür, kullandığını iddia ettiği sistemi ise, kaynağının bizzat Google Earth tarafından yalanlanması ve gelen itirazlar üzerine değiştirmiş ama bunu da asla çalışmalarında delillendirememiştir!



Son kitabındaki verileri kendi içinde tutarsız olduğu gibi, tamamen seçmece ve pek çok önemli cami listede yok, olanların ise verileri çarpıtılmış ve ciddi maddi hatalar içermektedir. Ama bu son çalışmasında bile hataları ortaya çıkıp akademik çevrelerce alay konusu olmaya başlayınca, ‘Ben burada hata yapmışım’ demeye başlamıştır. Örneğin, Çin’deki Cami’nin kıblesi konusundaki iddiasından vazgeçmiştir.

Gibson, Mekke’nin savaşta çıkardığı asker sayısının azlığından hareketle, o dönemde önemli bir ticaret merkezi olamayacağını ileri sürüyor. Halbuki Bedir savaşı iki tarafında acele ile hazırlık yaptığı ve müşriklerin başkalarından yardım almadan Müslümanların yolunu kesmeye çalıştığı kervanı korumak amacı ile yola çıkmış bir gruptur. Halbuki Uhud, Hendek gibi savaşlarda binlerce kişi toplamışlardır. Mesela, Hendek savaşında müşrik ordusu 12.000 kişiden oluşuyordu ki gizlice destek verenler ( Mesela Yahudi ve diğer kabileler ) bu sayıya dahil değildir. Mekke’de bulunan zemzem su ihtiyacını karşılarken yakınlardaki tarıma elverişli Taif bölgesi de, Mekke’nin meyve sebze ihtiyacını karşılamakta idi. Hayvansan gıda ihtiyacını başta develerden karşılanmakta idiler. Ayrıca ticaretin devamlılığı ve Kabe’nin orada bulunması da hayatın devamlılığını sağlayan önemli etkenlerdi. O dönemde ticaret merkezlerinin Şam ve Yemen (Sana) olması ve Şam ve Yemen’den Mekke’ye giden kervanlardan daha çok, bu iki merkeze çevre ülkelerden devamlı kervanlar gidip gelmesi nedeni ile ticaret yollarında daha çok Şam ve Yemen merkez olarak gözükmekte idi. Mekke neden ‘şehirlerin anası’ olarak adlandırılmıştır? Çünkü ilk insan Hz Adem ve Havva burada buluşmuş ve İslam tarihi inancında önemli bir yer tutan Kabe’de burada yer almaktadır!

Hz Aişe’den nakledilen, Buhari’de geçen bir hadis, ” Hz. Bilal (Mekke’ye hasretini ifade eden şu beyitleri) terennüm ederdi: “Bilmem ki! Mekke vadisinde etrafımı izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha geçirebilecek miyim?” (Buhari, Fezailu’l-Medine 11, Menakıbu’l-Ensar 46, Marda 8, 22, 43; Müslim, Hacc 480, 1376; Muvatta, Cami’ 14, 2, 890, 891) Peki Gibson ne yapmıştır, hadisi tahrif ederek, “Çeşitli otlarla dolu bu vadide bir gece daha kalabilsem.” O sırada ekranda yemyeşil otlar gösterilmektedir. Yani Gibson, hadisi çarpıtıp, iki ottan bahseden hadisi tahrif etmekte, görüntü ile izleyiciyi yanıltmakta, sonra da, ‘ Mekke yeşil idi, İslam alimleri bizi kandırıyor’ imajı çizmektedir. İbni Hişam’dan rivayet edildiğini iddia ettiği, ‘sulak ve ağaçlarla kutsanmış şehir.’ cümlesini de yine Gibson iddiasına delil olarak kullanır. Sudan kasıt zemzem ve kutsanmış ağaçlardan kasıtta, ağaçların kesiminin bizzat peygamberimizce yasaklanmış olduğunu neden düşünmez bu araştırmacı (!). Devam edelim. Diğer bir rivayet ve çarpıtması: “Maviye şöyle anlatmıştır: Hubeyb, benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Her gün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O zaman hem de Mekke’de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahû Teâlâ ona rızık veriyordu.” Allah’ın lütfu olan bu olaydan hareketle yazar, ‘orada üzüm yetişir’ sonucunu çıkarıyor. Yazar önce Mekke’yi sulak bir arazi gibi göstermeye çalışır sonra da İslam alimlerinin bu bilgiyi ( Yani aslında sulak olan arazinin Petra olduğunu) gizlediğini ileri sürmektedir. “Mekke şehrinde meyve yetişmezdi.” (Buhârî, Megâzi 28) Mekkeliler; Medine, Şam, Yemen ve Taif gibi çevre kentlerden gelen meyveleri bilirlerdi.


Mekke diye bir yer yok mu? Oryantalist tarafından kaleme alınmış olan Encyclopaedia of Islam isimli eserin 154. sayfasında Makka maddesinde şöyle yazar: “Pre-Islamic Mecca.—Mecca had been a sacred site from very ancient times. It was apparently knownto Ptolemy as Macoraba” : İslam Öncesi Mekke- Mekke çok eski zamanlardan beri kutsal bir şehir idi. Görünüşe göre Ptolemy ( Batlamyus, doğumu MS 100) tarafından Macoraba olarak biliyordu. “Sebe ve Habeş dilinde “mukaddes ibadet mahalli, tapınak” gibi anlamlara gelen Macoraba, aynı mânada olmak üzere seslilerin belirtilmediği Güney Arabistan yazısıyla “mkrb” şeklinde yazılan mekverab kelimesinden türemiştir ve Arapça kurb kökünden makreb (kurban yeri, mihrap, mukaddes yer) kelimesine dayanmaktadır.” (Mustafa Sabri Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, s. 16)

Fil vakasında hareketle, fillerin çölde yaşayamayacağını, dolayısı ile fil olayının Petra’da olduğunu da ileri sürerler. Halbuki çöl filleri vardır ve bir gecede 70 km yürüyebilir ve 3 gün susuz yaşayabilirler.


Safa ve Merve tepeleri var mı gerçekten? Günümüzde Safa ve Merve tepeleri arası yükseltilmiş ve küçük kayalık gibi kalmışlardır. Zaten onlara Safa ve Merve tepeleri adı verilir.
Put tapınakları Petra’dadır, Mekke’de yoktu iddiası: Arabistan’da önce tevhit dini İslam tüm putları devirmiş ve yok etmiştir. Günümüzde de peygamber ve sahabi ile alakalı hatıraları ortadan kaldırmayı mezheplerinin ilkelerinden kabul eden Vahhabiler, ancak son zamanlarda, toprak altında kalan ve İslam öncesine ait olan bazı putları arkeolojik kazılar sonucu bulurlar ve müzede teşhir edilirler.

10 Mart 2021 Çarşamba

Bastığın Yerleri Toprak Diyerek Geçme, Tanı!

 


Bütün göklerde olanlar, bütün yerdekiler, bu ikisinin arasında ve toprağın altıda bulunanlar O'nundur. (Taha Suresi 6. Ayet) (1)

Toprak altında hayatını devam ettiren canlılara ilişkin araştırması akademik dergi Nature’da yayımlanan Manchester Üniversitesi’nden Prof. Richard Bardgett şöyle söylüyor: “Ayaklarımızın altındaki toprak muhtemelen Dünya’da çeşitliliğin en fazla olduğu yer. Topraktaki canlı grupları son derece kompleks. Bir orman ya da çayırdaki toprakta abartısız milyonlarca tür, milyarlarca organizma var. Mikroskobik bakteri ve mantarlardan, solucan, karınca ve köstebek gibi daha büyük organizmalara kadar…” Amerika Toprak Bilimi Derneği, bir çorba kaşığı toprakta dünyadaki insanların sayısından daha çok canlı bulunduğunu belirtiyor. Birçok kuruluştan bilim insanı ile birlikte tropik ormanlardan Antarktika’ya, Dünya’nın on altı bölgesinden alınan toprak örneklerindeki organizmaların genlerini inceleyen Brigham Young Üniversitesi’nden Prof. Byron Adams şöyle söylüyor: “Toprakta yaşayan organizmalar bizim için önemli birçok işi yapıyor. Atıklarımızı, toksik kimyasallarımızı ayrıştırıyor, zararsız hale getiriyor. Suyumuzu arıtıyor, erezyonu önlüyor, verimliliği yeniden sağlıyor.”

Atmosferin yaklaşık yüzde sekseni azot gazından oluştuğu halde, bazı mikroorganizmalar dışında hiçbir canlı gaz halindeki azotu kullanamıyor. Azot, canlı sistemlerinin (proteinlerin ve DNA’nın) ehemmiyetli bir bileşeni. Azotu bitkilerin kullanabileceği hale dönüştüren ve besin zincirine girmesine yol açan da topraktaki bakteriler. California Teknoloji Enstitüsü’nden yapılan basın açıklamasında, bu dönüşümün nitrogenase adlı enzimle gerçekleştiği belirtiliyor ve kimya profesörü Doug Rees’in şu sözlerine yer veriliyor: “Onlarca yıldır nitrogenase nasıl bu inert (durgun) gazla etkileşime giriyor, bu dönüşümü nasıl meydana getiriyor anlamaya çalışıyoruz.” Açıklamada, yaklaşık yüz yıl önce Haber-Bosch metodu adı verilen teknik geliştirilene kadar Dünya’daki azot dönüşümünün neredeyse tamamının bakterilerce meydana getirildiği ifade ediliyor. Haber-Bosch metoduyla laboratuarda azot dönüştürmenin çok yüksek sıcaklıklar ve basınçlar gerektirdiği vurgulanıyor. “Bakterilerin bunu nasıl yaptığını anlamayı çok isterdik. Bu büyük bir kimyasal sır” diyen Prof. Rees(2), nitrogenase enzimine dair çalışmalarından ötürü 2019 eylül ayında İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi ödülünü aldı.(3) Onlarca yıldır elimizdeki teknolojik ve laboratuvar imkanlarıyla çözemediğimiz bu kimyasal sırrı bakteriler kendi çözmüş olamayacağına göre, bir Yaratıcı var. 

Uluslararası seviyede üne sahip bir çevreci olan Kanada’nın British Columbia Üniversitesi’nden Prof. David Suzuki, bitki türlerinin neredeyse yüzde doksanının toprak mantarlarıyla desteklendiğini, tek ağacın köklerinin çevresinde düzinelerce mantar türü bulunabileceğini söylüyor. Ağaç köklerinin çevresinde bulunan ipliksi mantar uzantıları topraktaki fosfor, azot gibi maddelerin ağaçlara ulaşmasını sağlıyor. Ağaçlardan gelen fotosentez ürünleri (şeker gibi) de mantarları besliyor. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar, uzak ağaçların köklerini bile birbirine bağlayan mantar ağları ile ağaçlar arasında kaynak transferi yapıldığını gösterdi.

İngiliz Columbia Üniversitesi’nden Prof. Suzanne Simard, bir ağacın mantar ağıyla yüzlerce ağaca bağlanabileceğini belirtiyor. Kanada’nın British Columbia Eyaleti’nin iç kısmında bulunan Douglas göknarı ormanının, sadece 30 metreye 30 metrelik küçük bir alanında yapılan incelemede, bir ağacın kırk yedi ağaçla bağlantılı olduğu, tek mantarın on dokuz ağacı birbirine bağladığı tespit edildi. Simard ve meslektaşları, akademik dergi Scientific Reports’da yayımlanan makalelerinde, mantarların karbon, azot, fosfor gibi kaynakların türdeş ve türdeş olmayan komşu bitkilere aktarımını sağladığına dair giderek artan sayıda kanıt olduğunu ifade ediyor. Sonuçları 2016 yılında ünlü akademik dergi Science’da yayımlanan bir başka araştırma da, kayın ve ladin gibi birbirinden çok farklı ağaçların aralarında bile büyük miktarda karbon transferi olduğunu göstermişti.

Profesör Simard ve arkadaşları, daha eski bilimsel çalışmalarında Douglas göknarı fideleri gölgede kaldığında, kağıt huş bitkisinden fidelere karbon gittiğini, kağıt huş ağacı mevsime bağlı olarak yapraksız kaldığında ise fidelerden huş ağacına karbon aktarıldığını tespit etmişti. Araştırma ekibi, sonuçları Scientific Reports’da yayımlanan çalışmaları için Douglas göknarı fidelerinin tüm iğne yapraklarını kopardı. Yaprakları koparılan fidelerden komşuları ponderosa çamına çok miktarda karbon transferi oldu. Simard şöyle söylüyor: “Douglas göknarlarını akrabaları arasında ve yabancılar arasında yetiştirdik ve akrabalarını tanıyabildiklerini keşfettik. Douglas göknarı ve ponderosa çamını birlikte de yetiştirdik. İğne yapraklarını kopararak ve batı ladini tomurcuk böceğinin saldırısına maruz bırakarak Douglas göknarına zarar verdik; ardından göknar, ağıyla komşu ponderosa çamına çok fazla karbon gönderdi.” Prof. Simard, bunu öleceğini “anlayan” ağacın karbon mirasını komşusuna bırakması şeklinde yorumluyor.

Douglas göknarı fidelerinin tüm yaprakları kesildiğinde komşu ponderosa çamına yalnızca karbon değil, stres sinyalleri de gitti. Bu da, ponderosa çamında savunma enzimlerinin sentezlenmesine neden oldu. Simard, ormandaki büyük, yaşlı ağaçları “ana ağaçlar” olarak isimlendiriyor. Bu ağaçlardan komşu ağaçlara besin maddeleri gidiyor. Komşu ağaçlardan stres sinyalleri çıkarsa besin yardımı artıyor. “Ben bir ormana girdiğimde, bütünün ruhunu hissediyorum; her şey uyum içinde işliyor ama, bunu ölçme veya haritalandırma yöntemimiz yok.” diyen Prof. Simard, mantar ağlarının haritasını çıkaramadıklarını, bir tatlı kaşığı orman toprağının birkaç mil uzunluğunda mantar ipliği içerdiğini söylüyor. (4)

“Evet, güneş ve aydan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, ta bitkilerin muhtaç ve aç hayvanların yardımına gelmelerinde, hayvanların zayıf ve yaradılıştan şerefli olan insanların yardımına koşmalarında, hatta gıda maddelerinin nazik, kuvvetsiz yavruların ve meyvelerin yardımına uçmalarında; yiyecek zerrelerinin ise beden hücrelerinin ihtiyacına yetişmesinde işleyen yardımlaşma prensibi, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki, her şeyi terbiye ve idare eden gayet Kerîm ve Hakîm bir tek Zât’ın emriyle hareket ediyorlar.” (Risale-i Nur Külliyatı, 22. Söz, İkinci Makam kısmen günümüz Türkçesiyle) (5) 

(1) https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/T%C3%A2h%C3%A2-suresi/2353/5-8-ayet-tefsiri

(2) https://www.atlasdergisi.com/kesfet/bilim-haberleri/toprak-yili.html

(3) https://www.kva.se/sv/pressrum/pressmeddelanden/studier-av-enzymsystem-belonas-med-aminoffpriset

(4) https://www.atlasdergisi.com/kesfet/bilim-haberleri/agaclarin-fedakarligi.html

(5) https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ikinci-soz/ikinci-makam/404

1 Mart 2021 Pazartesi

Gezegenimizin Temizlik Görevlileri

 



Meksika Körfezi’ndeki Deepwater Horizon sızıntısı, en büyük petrol sızıntısı afetlerinden biri olarak tarihe geçti. (1) 2010 yılında, Deepwater Horizon platformunda meydana gelen patlama ve yangının ardından platform batmış ve milyonlarca varil petrol körfeze yayılmıştı. (2) Amerika’nın Rochester ve Texas A&M Üniversiteleri’nden bilim insanlarının araştırmaları, patlamadan sonraki beş ayda mikroorganizmaların en az 200.000 ton petrolü ve doğal gazı ortadan kaldırdığını gösterdi! 

Endüstriyel ve tarımsal atıklarla kirlenen gezegenimizi temizleyen çok sayıda canlı var. Değişik ortamlarda hayatını sürdüren o kadar çok çeşit mikroorganizma var ki, çoğu kez atıklar bu mikroorganizmalar tarafından ayrıştırılıyor, ya da daha az zararlı hale dönüştürülüyor. Bazıları klorlanmış çözücüler, tarım ilaçları gibi kirleticileri ayrıştırıyor; bazıları radyoaktif atıkları temizliyor. Mesela, Geobacter sulfurreducens yer altı sularındaki uranyumu uraninite mineraline dönüştürüyor; sonuçta radyoaktif madde çöküyor ve yer altı suyundan yavaş yavaş süzülüyor. Geobacter, elektrik telleriyle elektron transferi yaparak uranyumu dönüştürüyor. (3)  2019’da akademik dergi Cell’de yayımlanan bir araştırmaya göre, “kabloları” metal içeren moleküllerin etrafını sarmış kusursuz şekilde sıralanmış protein lifllerden oluşuyor. İçinde metal teller olan kablolar gibi. Ancak bu teller insan saçından yüz bin kat ince. (4)

Pteris vittata türü eğrelti otları, çok kısa bir zaman diliminde sudaki arseniği bünyesine alarak daha az zehirli hale getirip depoluyor. Kavak ağacı, insan sağlığı için tehlikeli olan trikloretilen gibi çözücülerle kirlenmiş alanların ıslahında, bildiğimiz çimen petrolle kirlenmiş toprağı temizlemede kullanılıyor. Bazı bitkiler, toprak ve sudan zehirli metalleri topluyor ve daha az zehirli hale dönüştürerek depoluyor. Örneğin, birçok bitki türü çok zehirli Krom (VI)’yı bin kat daha az zehirli Krom (III)’e çeviriyor. Metal toplayıcı bitkiler fazla miktarda metal depoluyor, zehirlenme belirtisi de göstermiyorlar. Peki ama, nasıl zehirlenmiyorlar? Yakın bir geçmişte, Amerika’nın Purdue Üniversitesi’nden bilim insanlarının araştırması esrar perdesini aralamıştı. Nikel toplayıcı çobandağarcığını (Thlaspi) inceleyen Dr. David Salt ve ekibi, nikelin bitkiyi hastalıklardan koruduğunu keşfetti. Güçlü bir antioksidan olan glutasyonun da bitkiyi nikelin zararlı etkilerinden koruduğu anlaşıldı. (5)

“Umursamazca böcekleri ezmeden, onlara vurmadan, lanet okumadan, ya da görmezden gelmeden evvel bir kez daha düşünün.” Amerika Birleşik Devletleri’nin Cornell Üniversitesi’nden böcekbilimci Prof. John Losey böyle söylüyor. “Boyları sizi yanıltmasın, bu minik mucizeler değerli hizmetler sunar.” diyen Losey, biyolog Mace Vaughan ile birlikte bazı böcek hizmetlerinin ekonomik değerini hesapladı. Mesela, otlakları temizleyen böceklerin ABD’deki çiftlik sahiplerini yıllık 380 milyon dolar masraftan kurtardığını hesapladılar. Böceklerin atıkları ortadan kaldırma hizmetleri o kadar önemli ki… Avustralya örneği bu gerçeği açıkça gösteriyor. Avustralya’ya ilk defa, yaklaşık yüz elli yıl önce Avrupa’dan sığırlar getirildi. Ancak, sığır gübresini ortadan kaldıracak böcekler olmadığı için zamanla büyük bir problem meydana geldi. Gübreler uzun süre ortada kalıyor, sığırlar gübrelerin çevresinde otlamadıkları için çok büyük alanlar otlak olarak kullanılamaz hale geliyordu. Problemin çözümü için, 1965-1985 yılları arasında yürütülen Avustralya Gübre Böceği Projesi kapsamında kıtaya farklı türde gübre böcekleri getirildi. Aralarında sığır gübresini saatler içinde ortadan kaldıran Onthophagus gazella da vardı. (6)



Sadece Afrika’nın Serengeti bölgesinde, senede neredeyse on iki milyon kilogram etin akbabaların tüketimine hazır hale geldiği ve akbabaların leşlerin hemen hemen hepsini buldukları belirtiliyor. Bu kuşlar hayvan leşlerini yiyerek salgın hastalıkların önünde engel teşkil ediyor. “Çoğu kez insanlar, akbabalarca sağlanan muazzam ekosistem hizmetinin farkına varmıyor.” diyen Amerika’nın Smitsonian Enstitüsü’nden kuşbilimci Dr. Gary Graves, akbabaların kamu sağlığını tehdit edebilecek milyonlarca pound ağırlığında (bir pound yaklaşık yarım kilogram) çürüyen eti tüketerek bertaraf ettiğini dile getiriyor ve ekliyor: “Artık biliyoruz ki, tekrar ekosisteme geçirmek yerine mikropların çoğunu da öldürüyorlar.” 

Omurgalıların vücutlarındaki mikroorganizmalar, ölümle birlikte hızla vücudu ayrıştırmaya başlıyor. Bu işlem sırasında toksik maddeler de açığa çıkıyor ve cesedi hızlı şekilde yenilmesi tehlikeli bir besine dönüştürüyor. Akbabalar çürüyen etlerdeki bu bakteri toksinlerine karşı fevkalade direçliler. Bu hayvanlar hastalık yapıcı (patojenik) bakterilerilere de maruz kalıyorlar. Danimarka’nın Aarhus Üniversitesi’nden Prof. Lars Hansen ve ekibinin akademik dergi Nature Communications’da yayımlanan araştırmaları ilginç sonuçlar ortaya koydu. Elli akbabanın yüzündeki mikroorganizmaları inceleyen araştırmacılar, yüzlerinde ortalama beş yüz yirmi sekiz farklı tür olduğunu tespit etti. İşin ilginç yanı, kalın bağırsaklarına baktıklarında yalnızca yetmiş altı mikroorganizmanın DNA’sına rastladılar. Prof. Hansen’in ekibinde olan Dr. Graves şöyle diyor: “Kafalarını çürüyen leşlerin içlerine sokuyorlar, dolayısıyla yüzlerinde çok fazla bakteri çeşidi bulunması şaşırtıcı değil. Fakat kalın bağırsağa gelince çok rastlanan türlerden, az sayıda bakteri baskın olarak bulunuyor.” Hansen, akbabaların mide asidinin insanın mide asidinden 10-100 kat daha güçlü olduğunu söylüyor. Araştırma grubundan Dr. Michael Roggenbuck, yuttukları tehlikeli bakterilerin çoğunu ortadan kaldıran, son derece “haşin” bir sindirim sistemleri olduğunu belirtiyor. (7)

“Bu kâinat ve yeryüzü, daima işleyen büyük bir fabrika ve her vakit dolup boşalan bir han, bir misafirhanedir. Böyle işlek fabrikalar, hanlar, misafirhaneler; pis atıklarla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirlenip bulaşık hale gelir ve her tarafta kötü kokulu maddeler birikir. Eğer çok dikkatle bakılmaz, kirlerden arındırılmaz ve süpürülüp temizlenmezlerse içlerinde durulamaz, insan oralarda boğulur.

Halbuki bu kâinat fabrikası ve yeryüzü misafirhanesi o kadar pak, temiz ve pisliksizdir, bulaşık şeylerden ve kötü kokulardan öyle arınmıştır ki, içinde lüzumsuz tek bir şey, faydasız tek bir madde ve rastgele bir kir bulunmaz; görünüşte bulunsa da, hemen onu dönüştürecek bir makineye atılır, temizlenir.

Demek, bu fabrikaya bakan Zât çok iyi bakıyor. Buranın, temizliği gözeten öyle bir Maliki var ki, şu koca fabrikayı ve büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, düzene koyup kirlerden arındırır. Evet, bu çok büyük fabrikanın içinde, büyüklüğü ölçüsünde pis atıklar, enkaz artığı kirli maddeler, süprüntüler bulunmuyor. Aksine, büyüklüğü ölçüsünde temizliğine ve kirlerden arınmasına dikkat ediliyor.” (Risale-i Nur Külliyatı, 30. Lem'a kısmen günümüz Türkçesiyle) (8)

“… Demek ki, bu âlem sarayı ve kâinat fabrikası, Kuddûs isminin büyük bir cilvesine mazhardır. O kudsi temizlik emrini, yalnızca denizlerin etle beslenen temizlikçileri ve karaların kartalları değil, kurt ve karınca gibi, cenazeleri toplayan sağlık memurları da dinliyor.” (Risale-i Nur Külliyatı, 30. Lem'a kısmen günümüz Türkçesiyle) (9)

(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/BP_Deepwater_Horizon_petrol_s%C4%B1z%C4%B1nt%C4%B1s%C4%B1

(2) https://www.bbc.com/turkce/haberler/2010/09/100908_bp_leak

(3) https://www.atlasdergisi.com/kesfet/bilim-haberleri/dunyanin-temizlikcileri.html

(4) https://www.cell.com/cell/pdf/S0092-8674(19)30291-0.pdf

(5) https://www.atlasdergisi.com/kesfet/bilim-haberleri/dunyanin-temizlikcileri.html

(6) http://www.tarihvesuur.com/cikolata-bocekleri-ve-tabii-temayul.html

(7) https://www.atlasdergisi.com/kesfet/bilim-haberleri/ekosistem-gorevlileri.html

(8) https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/otuzuncu-lema/birinci-nukte/555

(9) https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/otuzuncu-lema/birinci-nukte/557

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...