yardımlaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yardımlaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2022 Pazartesi

İslam'da Din ve Vicdan Özgürlüğüne Dair Bazı Örnekler

 


Bazıları savaş hükümleri bildiren öldürmekle ilgili ayetleri ısrarla İslam'ın gündelik yaşamla ilgili hükümleriymiş gibi çarpıtmaları iftirasına 1400 küsur yıldır ülkelerde Müslümanlarla birlikte Müslüman olmayanların da yaşadığı gerçeği yeterli bir cevaptır. Fakat Hitlerin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels'in dediği gibi "Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve bu yalanı sürekli tekrar ederseniz, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır." (1) İşte İslam'ı inkar etmeyi dogma haline getirmiş tipler de bunu yapıyor ve ısrarla aynı yalanı söyleyerek inandırıcı olmasını sağlamaya çalışıyorlar.

İslam ülkesinde Hristiyanların, Yahudilerin ve Mecusilerin vatandaşlık konumu “zimmî” idi. Ülke sınırları genişledikçe Sabiîler, Maniheistler, Budistler ve Hindular da bu bu statüye dahil olmuştu. (2) Zımmîler “cizye” ödedikleri için askerlikten muaf oluyordu. (3) Dinlerini diledikleri gibi yaşıyor, can ve mal güvenlikleri sağlanıyordu. (4) “Öteki” addedilmiyor o topluluğun unsurlarından sayılıyordu.

Bir arada yaşama kültürü vardı ama bunun sınırları yok değildi. Örneğin “Engin hoşgörülerine rağmen Moğol döneminde Hindistan’daki Müslüman idareciler, hâkimiyetleri altında bulunan Hintlilere Sati uygulamasını yasakladılar. Sati, dinen, erkek öldüğünde hanımının canlı canlı onunla birlikte yakılmasıydı.” (5)

Başka bir örnek:

Bahreyn, Irak ve İran’ın fethedilmesi sonucunda İslam toplumunun bir parçası haline gelmiş olan Mecusiler’in dini inançlarına göre, kendi öz kızları, kız kardeşleri ve anneleri ile evlenmeleri caiz idi. Bu ilişki biçimi Müslümanlarca sadece gayridini değil gayriinsani olarak da mütalaa edilmiş olmasına rağmen, söz konusu zümrenin yaşam biçimlerine müdahale edilmemiştir. Nitekim bunu bir türlü kabullenemeyen Adiy, bir gün Hasan el-Basri’ye Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin döneminde Mecusilerin bu uygulamalarının neden yasaklanmadığını sormuştur. Hasan el-Basri, bunun nedenini belirtmemekle beraber, Hz. Peygamber ve Raşid halifeler döneminde Mecusilerin bu uygulamalarının bilindiğini, ancak buna rağmen hiçbir müdahalede bulunulmadığını doğrulamıştır. (6)

Bazıları cizyenin din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğunu iddia edebiliyorlar. Oysaki cizye vergisi ödeyen Gayrımüslimler, ödedikleri bu vergiye karşılık Müslümanların ödemek zorunda olduğu zekât vergisinden muaf tutulmuşlardı. Gerçekte yalnızca adam başına 1 dinardan ibaret sabit bir vergi olan cizyeye naza­ran, yüzde hesabıyla miktarı değişken olduğu için zekat vergisi çok daha ağır bir vergiydi. (7)

İslam’da zimmîlere verilen haklar, modern demokrasilerde yurttaşların geneline verilmemiştir. Cizye, toplumsal ve kamusal yaşamın genel finansmanına dahil edilmesi için gayrimüslimin ödemesi gereken vergidir, spesifik bir cezalandırma değildir. Cizye günümüzde bir tür ‘bedelli askerlik’e karşılık düşmektedir ki yüz binlerce vatandaş ‘devletin zimmîsi’ olmaya can atmaktadır.

Azınlık hakları İslam'da çok önemlidir. İşte hadis örneği:
"Kim bir muahide /zımmiye zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım." (8)

Başka bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir zimmiyi haksız yere öldüren Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusunu kırk yıllık yoldan duyabilir." (9)

Hz. Ali (ra); "Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur." dedi. Başka bir kaynakta, Hz. Ali'nin şöyle dediği naklediliyor: "Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır." (10)

Hz. Ali’nin kendi halifelik yıllarında bir zımmî ile Kadı Şureyh huzurunda davalaştığı şu hâdise de güzel bir örnektir: Hazret-i Ali (k.v.) Sıffîn'e giderken düşürmüş olduğu zırhını, geri döndüğünde bir Hıristiyan'ın elinde görüp onu Küfe kadısı Sureyh rahmetullahi aleyh Hazretleri'nin huzuruna götürür. "Bu zırh benimdir." diye dava eder. Hıristiyan inkar eder. Kadı Sureyh Hazretleri, şahid ister. Hazret-i Ali'nin (r.a.) şahidleri oğlu Hasan ile azadlısı Kanber'dir. Peygamber torununun yalan yere şahitlik etmeyeceği herkesin malumu olduğu halde evladın babası lehine şehadeti makbul olmadığından kadı Sureyh, Hazret-i Hasan'ın (r.a.) yerine başka şahid ister. Sureyh, davayı başka şahidi olmadığından Hazret-i Ali'nin (r.a.) aleyhine bitirir. Hazret-i Ali, bundan asla müteessir olmayıp gülüyordur. O kişi ise bu hale hayran olarak zırhı alıp biraz gittikten sonra durur, düşünür, geri döner: "Bu hükümler ancak peygamber hükümleridir." diyerek İslam ile müşerref olur ve zırhı Hazret-i Ali'nin Sıffîn'e giderken düşürmüş olduğunu söyleyerek geri verir. Lakin Hazret-i Ali (r.a.) zırhı ona bağışlar, bir de at ihsan eyler. (11)

Hz. Peygamber (s.a.v.), Hristiyan olan İbn Harris b. Ka'b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Nasraniyet dini üzere yaşayanlardan hiç kimse kerhen İslam'a icbar edilmeyecektir. Hristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar." maddelerini yazdırdıktan sonra: "Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin..."(Ankebut, 29/46ayetini okudu. (12)


Medine Site Devleti Sözleşmesinin;

17. maddesi:"Yahudilerden bize tabi olanlara yardım edilip iyi davranılacaktır. Onlar hiçbir haksızlığa uğramayacak, düşmanlarına yardım edilmeyecektir."
25. madde: “Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte tek bir ümmettirler. Onlar kendi dinlerine, Müslümanlar da kendi dinlerine göre yaşayacaklardır." 
36. madde: "Müslümanlarla Yahudiler arasında yardımlaşma, nasihat ve iyilik olacaktır."
 (13)

Resulullah'ın ehl-i kitabın düğün yemeklerine katıldığına, cenazelerini taşıdığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. İslam, Müslüman olmayan toplulukların, dinlerini istedikleri gibi yaşamalarına izin vermiş ve bunu engelleyenleri de cezalandırmıştır... (14)

Hz. Ömer Estik ismindeki kölesinin Müslüman olmasını istediğinde, onun kabul etmemesi üzerine; ''Dinde zorlama yoktur'' ayetini okumuş, onu zorlamamıştı. (15)

Hayberli bir Yahudi’nin çobanlık yapan zenci kölesi İslâmiyet’i kabul edip Hz. Peygamber'e gelmişti. Çoban gütmekte olduğu efendisine ait koyunları ne yapması gerektiğini sorduğunda, Hz. Peygamber ona sürüyü sahibinin bulunduğu kaleye doğru sürmesini ve serbest bırakmasını emretmiştir. Çoban da böyle yapmış ve sürü de gidip kaleye girmiştir. Hz. Peygamber burada sürüye el koymayı veya zarar vermeyi düşünmemiştir. 

Hz. Ömer Câbiye’de bulunduğu sırada bir zimmî gelerek kendisine, üzüm bağlarını yağmalamakta Müslümanların adeta yarış içinde olduğunu bildirmiş, durumu tahkik eden Hz. Ömer de Müslümanların açlık sebebiyle zimmîlerin malından aldıklarını öğrenmiş ve bunun üzerine bağ sahibine üzümün kıymetinin ödenmesini emretmiştir. 

Ebû Hüreyre de gazaya çıkmak isteyen bir kişiye “sakın ekinleri çiğneyip (hasara uğratmayasın), kumandanın izni olmadan bir tepeye çıkmayasın. Sakın ben gaziyim diyerek ehl-i zimmetin malından bir veya iki torba ot almayasın” diye tavsiye etmiştir. Adam daha sonra İbn Abbas’a rast geldiğinde o da kendisine aynı şeyleri söylemiştir. (16)

Zimmet ehlinin haklarına o kadar riayet edilmiştir ki, bir Müslüman, zimmi bir kimsenin şarabına yahut domuzuna zarar verecek olursa, Müslüman bunun tazminatını öder. (17)

İlk dönem İslam tarihinden itibaren gayrimüslim yaşlı, düşkün ve kimsesizlerin bakımı, devletin bir sorunu olarak görülmüş; bunlara Müslümanlara yapılanın aynısı yapılmıştır… İbn Zenceveyh’in açıkça ifade ettiği gibi Hz. Ömer döneminden itibaren zekat ayetinde geçen ‘el- mesakin’ ifadesinden kastın gayrimüslim fakirler olduğu sonucuna varmış̧ olan ulema, bu kitleye de zekatın verilebileceğine hükmetmiştir. 

Bunun bir neticesi olarak Emeviler devrinde Daru’z-Zekat’ların tesis edilmesinden sonra bu kitleye düzenli olarak zekatlardan pay ödenmiştir... Zimmîler konusuna büyük hassasiyet gösteren Hz. Ömer, Suriye’de rastladığı âmâ bir Yahudi’nin dilendiğini görünce gençliğinde cizyesi alınan birinin ihtiyarladığında perişan durumda bırakılamayacağını söyleyerek kendisine beytülmâlin zekât gelirlerinden yardım edilmesini emretmiştir. (6)

Hz. Ömer’in başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh fethettiği her şehirde tellallar ile şu duyuruyu yaptırıyordu:

Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık, Müslümanlardan zekât aldığımız gibi, sizden de yılda bir kez cizye vermenizi istiyoruz.”

Zimmîleri koruma olanağı kalmadığında bu durum ilan ediliyordu. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Humus’ta halka şu ilanı yapmıştı:

“Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halifeden gelen emir üzerine, Herakliyus ile harb edecek kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bu nedenle hepiniz Beytü’l-mal’a gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır.” (18)

Gayrimüslim cemaatler, okul açabilme ve okullarının müfredatlarını serbestçe yapabilme yetkisine de sahip kılınmışlardır. (19)

Tarihi bir vesika olarak zikredildiğine göre Semerkant halkından bir gurup, Ömer b Abdülaziz' e ordu komutanı Kuteybe b. Müslim el-Bahili'yi harp kurallarına uymayarak şehre girdiğini belirterek şikayet ederler." Bunun üzerine Halife olayı inceletir. Doğru olduğunu öğrenince şehrin geri verilmesini emreder. Bu adaleti gören halk, Müslümanların şehirde kalmalarını uygun görürler. (20)

Bir oryantalistin bu konudaki itirafları şöyledir: "Arapların fetihlerini ve zafer sebeplerini araştırdığımızda okuyucu, Kur'an'ın yayılmasında güç kullanmanın rol oynamadığını görecektir. Arap fatihler mağlup olanları kendi dinlerini yaşama konusunda serbest bırakmışlardır. Eğer bazı Hıristiyan topluluklar İslam' a sarılmış ve Arapça'yı kendilerine dil olarak seçmişlerse, bu, kendi geçmişlerindeki yöneticilerinde görmedikleri ·bir adaleti, galip Araplarda gördüklerinden ve daha önce bilmedikleri bir müsamahaya İslam'ın sahip olmasından dolayıdır. Tarih, dinlerin güç kullanmakla yayılamayacağını ispat etmiştir. İslam kılıçla yayılmamış, bilakis davetle yayılmıştır. Türkler ve Moğollar gibi daha sonra Arapları yenen milletler de sadece davetle İslam'a girmişlerdir." (21)

Hz. Ömer döneminde fethedilen hiçbir ülkede bir mabedin yıkıldığı veya zarar gördüğü
olmamıştır. Ebu Yusuf şunları kaydetmektedir: "Bu mabedler oldukları halde bırakılmış, yıkılmamış ve onlara el sürülmemiştir." (22)

Hıristiyan, Yahudi ve diğer azınlık din mensuplarına ait kendi kanun· ve hakimleriyle çalışan mahkemeler kurulur; aynı cemaate mensup kimseler davalarında buralara başvururlar. Bunun yanında gayr-i müslim vatandaşlar hür iradeleriyle kendi cemaat mahkemeleri yerine İslam mahkemelerini tercih ederlerse, bundan da mahrum bırakılmazlar. Tarafların aynı cemaate mensup oldukları tüm davalarda Hz.
Peygamber'in uygulaması, cinayet ve zina gibi ölüm cezalarını gerektiren davalardan bile kendi medeni kanunlarını uygulama şeklinde idi. Tarafların farklı cemaatlerden olduğu davalarda, mümkün olduğu ölçüde Müslüman hakimler atanır. (23)

Sultan Mehmet İstanbul'u fethedince kendisinden sonra gelecek asırlara tesir eden çok önemli bir şey yapıyor.

Dünyanın göz bebeği olan kentte değişik dinlere ve etnik kimliğe sahip halkın bundan sonra da güvenle yaşayabileceği ortamı hazırlıyor. Onları dini ve kültürel bakımdan özgür bırakıyor. Sonra da kendi özgün dokusunu bozmadan şehri yeniden tezyin ettiriyor.

Sultan Mehmet günümüzde karşı karşıya kaldığımız iki çok temel sorunu, 460 yıl önce bugüne de ışık tutması gereken şekilde çözüyor.

Günümüzden beş asır önce, kente insanların barındığı değil yaşadığı yer olarak bakıyor ve buna göre yeniden imar ediyor. İstanbul’un geçmişine saygı göstererek, onun dokusuna uyumlu olarak kendi damgasını vuruyor. Ve kültürel olarak da işgal değil fethediyor.

Sultan Mehmet’in, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin kentte özgür bir şekilde hayat sürmesine müsaade etmesi iki kelimeyle anlatılacak bir mesele değildir. Bu tavır kendinden sonra gelecek 350 yılda Osmanlının hakim olduğu bütün topraklarda dini özgürlüğün kapılarını sonuna kadar açmıştır. Ve Osmanlının hakim olduğu topraklar bütün inançların varlığını sürdürdüğü bir habitat olmuştur.

O kadar ki, 1920-24 seneleri arasında Kudüs’teki İngiliz Sömürge Vali Yardımcılığı vazifesinde bulunan Harry Charles Luke, Nesnel Yayınları tarafından Türkçe yayınlanan “Musul ve Azınlıklar” kitabında o dönemin fotoğrafını şöyle çekiyor: “Devasa Musul Ovasını baştan başa gezerseniz aynı ırktan, aynı dili konuşan ve aynı Tanrı’ya inanan insanların oturduğu yan yana iki köy bulmamızın mümkün değildir.” (24)

O çağ ve sonrasındaki yüzyıllarda Avrupa’da Hristiyan olmayanlara karşı hunharca katliamlar yapılmaktaydı. İspanyollar Endülüs'te, İtalyanlar Sicilya ve diğer yerlerdeki Müslümanları ya katletmekte ya da yurtlarını terk etmeye zorlamaktaydılar. Kathar inancına sahip kişileri de hunharca katlediyorlardı. Yahudilerin de başına benzer şeyler geliyor onları ya din değiştirmeye ya da göçe zorluyorlardı. Sultan Mehmet’in İstanbul’da din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına aldığı dönemde Avrupa’da Hristiyan olmayanlara yok olmaktan başka bir seçenek bırakılmıyordu.

Sultan Mehmet Müslüman olmayana da özgürlüklerin kapısını ardına kadar açmış, Rum Ortodoks ve Ermeni Patrikhanesi ile Yahudi Hahambaşının bulunmasına da izin vermişti. Hatta Rus tarihçi Ouspensky bile "Türkler 1453'te, Haçlıların 1204'te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar" diyebilmektedir. (25)

Fatih Sultan Mehmet'i yad ederken gemilerini karadan yürüterek İstanbul'u zapt etmesine vurgu yaptığımız kadar farklı dinlerle nasıl uyumlu yaşamayı başardığına vurgu yapabilseydik bugün çok daha farklı bir ülkede yaşıyor olacaktık.

Fatih Sultan Mehmet'in askeri dehasına sürekli referans veren dindarlar onun estetik ve sanatının yüzüne neden bakmazlar ki?

İslami olan her şeyi inkarı dogma haline getirenler kadar, İslam'a aykırı hareket eden ama kendilerini tanıtırken İslami kimliklerini ön plana çıkaranlar da hatalı...

DİPNOT

(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Yalan_tekni%C4%9Fi

(2) https://islamansiklopedisi.org.tr/zimmi

(3) https://acikders.ankara.edu.tr/course/view.php?id=1676#section-12

(4) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/389912

(5) Müslümanların, Gayrimüslimlerle Münasebetleri, Muhammed Hamîdullah https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/260601

(6) İlk Dönem İslam Toplumunda Gayrimüslimlerin Yeri: Haklar ve Hoşgörü, Mehmet Mahfuz Söylemez https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/10059

(7) İslam Peygamberi, M. Hamidullah 1/630 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/485503

(8) Ebu Davud, Harac, 33 https://sunnah.com/abudawud:3052

(9) Buhari, Cizye 5 https://sunnah.com/bukhari:3166

(10) Mustafa DEMİRCİ, İslam Zımmi Hukuku ve Dini Kimliklerin Korunması, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu20-22 Nisan 2007 s. 377 http://isamveri.org/pdfdrg/D174142/2007/174142_DEMIRCIM.pdf

(11)Ahmet Cevdet Paşa, İlmin Kapısı Hazret-i Aliyyü'l Murtaza https://www.kirmizikedi.com/kitap/urun/266fa742c43e4a93b07108bf6a5c2d49

(12) Furat Akdemir, İMANIN DEĞERSEL ANLAMI VE İSLAM'DA İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNÜN TEMELLERİ, Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 2 s.59 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/317402

(13) https://islamansiklopedisi.org.tr/medine-vesikasi

(14) İbrahim MURAT, Mevlana'nın Yedi Sırrı https://books.google.com.tr/books?id=-Y42EAAAQBAJ&pg=PT154&lpg=PT154&dq=Resulullah%27%C4%B1n+ehl-i+kitab%C4%B1n+d%C3%BC%C4%9F%C3%BCn+yemeklerine+kat%C4%B1ld%C4%B1%C4%9F%C4%B1na,+cenazelerini+ta%C5%9F%C4%B1d%C4%B1%C4%9F%C4%B1na,+hastalar%C4%B1n%C4%B1+ziyaret+etti%C4%9Fine+ve+onlara+ikramda+bulundu%C4%9Funa+dair+rivayetler+bulunmaktad%C4%B1r&source=bl&ots=BSAfgkLROn&sig=ACfU3U02IcDiD9WoUQIAiMH-6nbYjTugig&hl=tr&sa=X&ved=2ahUKEwj73tf5rrryAhVsgv0HHQifCQcQ6AF6BAgCEAM#v=onepage&q=Resulullah'%C4%B1n%20ehl-i%20kitab%C4%B1n%20d%C3%BC%C4%9F%C3%BCn%20yemeklerine%20kat%C4%B1ld%C4%B1%C4%9F%C4%B1na%2C%20cenazelerini%20ta%C5%9F%C4%B1d%C4%B1%C4%9F%C4%B1na%2C%20hastalar%C4%B1n%C4%B1%20ziyaret%20etti%C4%9Fine%20ve%20onlara%20ikramda%20bulundu%C4%9Funa%20dair%20rivayetler%20bulunmaktad%C4%B1r&f=false

(15) Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, KUR' AN ve SÜNNETTE AZINLIK HAKLARI, s. 196 http://isamveri.org/pdfdrg/D233546/2014/2014_HATIPA.pdf

(16)Yunus MACİT, SAVAŞ KURALLARI AÇISINDAN HZ. PEYGAMBER’İN SÜNNETİNDE DOĞAL VE FİZİKÎ YAPININ MASUNİYETİ, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 4 s. 99-100 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/52518

(17) Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, KUR' AN ve SÜNNETTE AZINLIK HAKLARI, s. 194 http://isamveri.org/pdfdrg/D233546/2014/2014_HATIPA.pdf

(18) Şibli Numani, El-İntikad, s. 180 https://dinisualler.com/islamiyet/islamiyet-kaba-kuvvet-ile-mi-yayildi/

(19) Konya Şer iye Sicillerine Göre XVIII Yüzyıldaki Cizye Uygulamalarında Gayrimüslimler https://www.erbakan.edu.tr/personel/333/mustafa-sami-baybal/kitaplar

(20) Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, KUR' AN ve SÜNNETTE AZINLIK HAKLARI, s. 193-194 http://isamveri.org/pdfdrg/D233546/2014/2014_HATIPA.pdf

(21) Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, KUR' AN ve SÜNNETTE AZINLIK HAKLARI, s. 196-197 http://isamveri.org/pdfdrg/D233546/2014/2014_HATIPA.pdf

(22) Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, KUR' AN ve SÜNNETTE AZINLIK HAKLARI, s. 198 http://isamveri.org/pdfdrg/D233546/2014/2014_HATIPA.pdf

(23) Prof. Dr. Abdülaziz HATİP, KUR' AN ve SÜNNETTE AZINLIK HAKLARI, s. 202-203 http://isamveri.org/pdfdrg/D233546/2014/2014_HATIPA.pdf

(24) https://books.google.com.tr/books?id=OmhvBwAAQBAJ&pg=PT6&lpg=PT6&dq=Musul+ve+Az%C4%B1nl%C4%B1klar+Harry+Charles+Luke&source=bl&ots=RxxIsrntmn&sig=ACfU3U1Dy5kxPJ3guxlT_dbIJPshBhZTmA&hl=tr&sa=X&ved=2ahUKEwjzvaqcm-r0AhWvR_EDHRxZCbsQ6AF6BAgREAM#v=onepage&q=%C4%B1rktan&f=false

(25) https://osmanli.org.tr/fetih-ile-ilgili-iddialara-cevaplar/

9 Eylül 2021 Perşembe

DUYGULAR HAYVANLARDA DA VAR VE İLK OLARAK NASIL ORTAYA ÇIKTIKLARI MAKROEVRİM İDDİASI İLE İZAH EDİLEMİYOR

  

Öncelikle evrim konusu hakkında kısa bilgiler verip hayvanlarda duygular olduğunu gösteren çalışmalarla yazıyı tamamlamayı planlıyoruz.

En yalın haliyle evrim kelimesinin manası “değişim” demektir.(1) Ama biyologlara göre evrim, “bir popülasyondaki gen frekanslarında (oranlarında) meydana gelen değişiklik” anlamına gelir. (2) Evrimciler devam eden bir tür içerisinde meydana gelen değişiklikleri tanımlamak için mikroevrim terimine başvururlar. Makroevrim ise türlerin ve daha üst grupların doğumu ve ölümü için kullanılır. (3) Yani alttürlerin/ırkların oluşması mikroevrim olarak tanımlanırken, tür üstü kategorilerin (cins, familya, takım, sınıf, filum) oluşması (türleşme) ise makroevrim kavramıyla ifade edilir.

Makroevrim iddiasını savunanların da kabul ettiği üzere söz konusu iddianın henüz cevap veremediği ve açıklayamadığı yığınla soru ve sorun vardır. Şu yazımızdaki izahlarımızdan (4) da anlaşılacağı üzere, makroevrim iddiasının tartışma konusu yapılmayan, itiraza uğramayan, farklı izahlar getirilmeyen neredeyse hiçbir mekanizması ve sözde kanıtı yoktur. Biyolojik yapıların geçmiş asırlarda nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğine dair bir netlik olmadığından, makroevrimciler arasında farklı farklı hipotezler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu şartlarda makroevrim iddiasını, modern bilim anlayışı açısından kesin ispatı yapılmış bir tabiat yasası gibi görmek zordur. (5)

İşte makroevrim iddiasını savunanların izah edemediği şeylerden biri de duyguların ilk olarak nasıl ortaya çıktığıdır. Şimdi hayvanlarda duyguların varlığını gösteren örneklere geçebiliriz:

Son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmalar balıkların duygulu canlılar olduğunu ortaya koydu. Örneğin, Fransa’nın Burgundy Üniversitesi’nden bilim insanlarının tek eşli balıklar olan Amatitlania siquia türü ciklet balıklarıyla yaptıkları deneyler seçtikleri eşle değil de, başkasıyla aynı akvaryuma yerleştirilen dişilerin moral bozukluğu yaşadığını gösterdi.

Sonuçları 2019 haziran ayında akademik mecmua The Proceedings of the Royal Society B’de yayımlanan bu araştırmaya göre, seçtikleri eşlerden ayrı kalan dişiler karamsar bir bakış açısına sahip oluyor. (6)

Meşhur akademik mecmua Science’da yayımlanan bir araştırma da, arıların mutlu ve iyimser olabildiklerine işaret etti. Londra’nın Queen Mary Üniversitesi’nden bilim insanlarının deneyleri, tatlı bir şerbetten az miktarda içen arıların pozitif duygular içindeymiş gibi davrandıklarını gösterdi. Bristol Üniversitesi’nden Prof. Michael Mendl, böceklerin bilinçlerinin olması ihtimalinin heyecan verici yeni teorilere ve hararetli tartışmalara konu olduğunu söylüyor. (7)



Yaşamının çoğunu Güney Afrika’nın kuleler inşaa eden termitlerini araştırmaya adayan New York Eyalet Üniversitesi’nden Prof. Scott Turner, The Conversation’da yayımlanan makalesinde ilginç tespitlerde bulundu: “… Ayırt edilebilir termit ‘kişilikleri” var: Bir kısmı “girişimci”, inşaat işlerini başlatıyor ve etrafta koşturarak daha tembel olan yuva arkadaşlarını işe yönlendiriyor, direnirlerse de dürtererek harekete geçiriyor. Bazıları ise hevesli bir şekilde su paylaştırıyor, on beş dakika yahut daha fazla zamanlarını bu işe adayarak az bulunan suyu topraktan emiyor ve susamış yuva arkadaşlarına dağıtıyor.”

“Bazen tabiat, yaptığımız gözlemler yoluyla bizle konuşur, deneylerin yakalayamayabileceği veya bilim insanlarının duymaya istekli olmadığı bir mana ile.” diyen Prof. Turner devam ediyor: “Termitler, sadece basit davranış algoritmalarıyla işlemek üzere tasarlanmış minik robotlar mı? Yahut onlara ilişkin özel, yaptıklarına tamamen farklı bir anlam yükleyen hayati bir şey mi var? Uzun müddet boyunca ilk fikrin doğru olduğunu düşünüyordum, ama itiraf etmem gerekir ki artık ikincisine daha fazla meylediyorum.” Turner daha sonra, fikrinin değişmesinde etkili olan gözlemlerinden bahsediyor: “Termitler bir müddet minik yapay dünyalarını (laboratuar ortamındaki kum dolu petri kabı) incelemenin ardından, birbirlerini tımar etmeye başlar. Seyretmesi harika bir manzaradır. Tımar eden termit, ötekini yalamaya başlar ve sonra özenli bir biçimde tımar ettiği termitin her uzvunu bacak, antenler ve ağız kısımlarını çene kemiklerinin arasından geçirerek işi tamamlar. Tüm bu zaman zarfında, tımar edilen termit hemen hemen tümüyle sakin ve huzurlu görünür. Antenlerinin hareketi durur, sanki “şimdi de bunu yap” der gibi organlarını yavaşça tımarcıya sunar. Tımar etme işi epey yoğun bir hal alabilir, termitler oluşan “tımar istasyonlarında” çok istekli bir tımarcıdan hizmet görmek için sıra beklerler.”

“Zamanla anladım: Bunlar robot değiller, kişilikleri, arzu ve istekleri olan canlılar. Bir robot hiçbir zaman tımar edilmeyi “istemez”, başkasına su vermeyi, su içmeyi “istemez”. Oysa görünüşe göre termitler “istiyor” ve bu, termitlere hem bireysel hem de ortak ruh gibi bir şey veriyor.” Prof. Turner, bunun makinalarda bulunmayan canlandırıcı bir ilke, yaşamın varlığını ve yokluğunu ayıran, tanımlanamayan bir şey olduğunu söyleyerek yazısını bitiriyor.

Zaten Bediüzzaman Hazretleri de hayvanların da ruhu olduğunu söyler:

“Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın hüdhüdü ve karıncası ve Hz. Salih (a.s.)'ın devesi ve Ashâb-ı Kehf'in köpeği gibi bazı özel fertler hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir hayvan türünün ara sıra kullanmak için bir tek cesedi bulunacağı, sahih rivâyetlerden anlaşılmakla beraber; hikmet, hakikat, rahmet ve rubûbiyet öyle gerektirirler.” (8)

DİPNOT:

(1) https://www.bilimma.com/evrim-nedir/#:~:text=Latincesi%20evolve%20olan%20evrimin%20kelime,yal%C4%B1n%20'de%C4%9Fi%C5%9Fim'%20anlam%C4%B1na%20gelmektedir.&text=Biyolojik%20evrim%20canl%C4%B1%20gruplar%C4%B1n%C4%B1n%20%C3%B6zelliklerinde%20ku%C5%9Faklar%20boyunca%20meydana%20gelen%20de%C4%9Fi%C5%9Fimlerdir.

(2) https://evrimagaci.org/evrim-nedir-5509

(3) Elliott Sober, Biyoloji Felsefesi, s.29 https://www.pdfdrive2.com/biyoloji-felsefesi-e185899470.html

(4) https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/06/evrimin-ve-evrim-teorisinin-bilimsel.html

(5) https://www.researchgate.net/publication/338257872_Biyoloji_Acisindan_Evrim_Nedir_Ne_Degildir

(6) https://onedio.com/haber/arastirmalara-gore-disi-ciklet-baliklari-gercek-asklarindan-ayri-kalinca-depresif-ve-pesimist-oluyorlar-876387

(7) https://tur.sciences-world.com/sugar-gives-bees-happy-buzz-19721

(8) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, 3. Şua, Münacat s. 87 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sualar/ucuncu-sua/munacat/87

27 Ağustos 2021 Cuma

KURBAN VAHŞET MİDİR?

 

Başlıktaki soruyu doğru cevaplayabilmek için önce kurban ve vahşetin ne olduğuna bakalım:

Kurban, ibadet maksadıyla İslami usullere uygun olarak hayvanın boğazlanmasıdır.

Vahşetin ise, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre birinci anlamı yabani, vahşi olma durumudur. (1) Vahşi yaşamda ne ibadet maksadıyla ne de ibadet maksadı olmaksızın İslami usullere uygun bir hayvan boğazlama fiiline rastlanmaz. Zaten vahşi yaşamda görülen hayvan öldürme şekilleri ile öldürülen hayvanlar İslami usule aykırı öldürüldükleri için bu şekilde öldürülen hayvanın eti de yenilmez. Demek ki vahşetin birinci anlamına göre kurbanın vahşet olduğu iddia edilemez.

Vahşetin Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ikinci anlamı korku, ürküntü demektir. (1) İslami olarak hayvan, kesim yerine incitilmeden götürülür. Yine İslam'a göre kurbanı kesen kimse hayvana eziyet vermemeye dikkat etmeli, bıçağı hayvana göstermemeli ve keskin bıçak kullanmalıdır ve kesim işlemi tamamlandıktan sonra çevre temizliğinin iyice yapılması, hayvanın artan parçalarının toprağa derince gömülmesi, mümkün olduğu ölçüde dışarıda hiçbir parçasının bırakılmaması gerekir. (2) Görüldüğü üzere ne insana ne de hayvana bakan yönüyle kurban kesiminde korku öğesi bulunmamaktadır. Ama yine de kendisini kan tutması vs gibi özel halleri bulunan insanların da zaten kesime şahit olması şart değildir.

Vahşetin Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre üçüncü ve son anlamı ise ıssızlık, yalnızlıktır. (1) Kurbanın bu anlam ile de alakası olmadığı açıktır.

Bazen kurban bayramında çok sayıda hayvan kesilmesi eleştiri konusu yapılmaktadır. Oysaki Kurban bayramı öncesi ve sonrasında bir müddet dışarıdan et alımının azaldığını düşünürsek totalde kesilen hayvan sayısının kurban bayramı olmasa da pek değişmeyeceği ortaya çıkar. Kurban bayramı sayesinde bari fakirlerin evine et girmiş oluyor. Dolayısıyla İslam'ı kurban bayramından dolayı eleştirmek hiç mantıklı değil.

Hayvanların ölmesi eleştiri konusu yapılıyorsa eleştiren kişi et yiyen biriyse kendi keyfi için kesilen hayvanı afiyetle yerken, insanların bir kısmını da fakirlere dağıttığı et için hayvan kesilmesine sırf ibadet olduğu için karşı çıkması ve eleştirmesi hiç etik değildir.


Eğer et yemiyorsa en azından mutlaka ot yiyordur. Maddeci bakışa göre hayvanla bitki arasında hiçbir fark yoktur. Ha biri öldürülmüş ha diğeri fark etmez. (3) Maddeci olmayan bakışa göre ise hayvanlar ve bitkiler insan bedenine girerek insanlaşmakta ve daha üst varlık mertebesine ulaşmaktadırlar ve bunun da vahşetle alakası yoktur.

Eğer hayvanların acı çekmesi eleştiri konusu yapılıyorsa mevcut bilimsel verilere göre en az acı, İslami usul kesim (2) olan boğazın iki tarafındaki şah damarları, yem ve yemek borusundan en az üçü kesilmesi ve hayvanın kanının iyice akmasını temin için bir süre beklenmesi şeklindeki kesimde görülür.

Hannover Üniversitesi (Almanya) Veteriner Fakültesi’nde Profesör Wilhelm Schulze başkanlığında bir heyet tarafından, koyun ve sığırların piston tabancasıyla bayıltılarak ve bayıltılmadan kesilmesi esnasında oluşacak ağrının EEG (elektroensefalograf) ile kalpteki değişimlerinde ECG (elektrokardiyogram) ile ölçümüne dayalı bilimsel bir araştırma gerçekleştirilmiştir. Araştırmada beynin üstündeki kafatası yüzeyine elektrotlar yerleştirilmiştir. Bazı hayvanlar, keskin bir bıçakla hızlı bir şekilde boğaz bölgesinden yemek borusu, soluk borusu, jugular ve karatoid arterler de dâhil omuriliğe kadar kesilmiştir. Neticede bayıltmadan bıçakla kesimin daha az ağrılı olduğu tespit edilmiştir. Diğer hayvanlar ise, bayıltmayı müteakip kesilmiştir. Bayıltmadan kesim işlemini müteakip ilk üç saniye içerisinde EEG kayıtlarına göre bir değişikliğin olmadığı, yani hayvanın hissedilebilir bir ağrı çekmediği, bunu takip eden üç saniye içerisinde ise, EEG kayıtlarından, vücuttan fazla miktarda kanın dışarı akması ve beyindeki hayatî damarlara giden kan miktarının azalmasına bağlı şokun ve duyu kaybının hâkim olduğu izlenmiştir. Kesim işlemini müteakip altı saniye sonra ise, EEG’nin sıfır seviyesine indiği, yani hayvanın hiç ağrı çekmediği tespit edilmiştir. Tabanca ile bayıltma işleminde hayvanlar net bir hissizlik ve hareketsizlik sergilerken, EEG kayıtlarından bayıltmayı müteakip süratli bir şekilde şiddetli bir ağrının varlığı tespit edilmiştir. (4)

Diğer kesim yöntemlerini kısaca incelersek:

Elektrikle Bayıltma (Elektro-şok)

Bu metodun uygulandığı hayvanların çeşitli bölgelerinde kanamalar gözlenebilmekte ve bu da etin kalitesini düşürmekte, yükselen kan basıncıyla birlikte kesim sırasında bazı damarlar yırtılarak kan doku içerisine yayılabilmekte, kalça ve kürek kemiklerinde kırıklar görülebilmekte ve akımın yüksek olmasına göre verilen elektrik kalbin durmasına ve ölüme sebep olabilmektedir. (5)

Tabancayla Bayıltma

Bu yöntemde tabancanın ucundaki 15 cm uzunluğunda demir bir çubuk aniden hayvanın alnından içeriye girip beyin dokusunu tahrip eder ve bu nedenle hayvan geri dönüşümsüz olarak bayılır. Hayvan, boğazı kesilse de kesilmese de ölüme doğru giden bir şok durumuna girmiştir.

Yapılan araştırmalarda, bu yöntemin kanamalara neden olduğu, adrenalin miktarını artırdığı, ette kalite bozukluklarına rastlandığı ve Deli Dana Hastalığının hayvanlardan insanlara bulaşmasında etkili olabileceği ifade edilmiştir. (6) Hatta İngiltere'de bu metod Deli Dana Hastalığı riski sebebiyle 2001 yılının Ocak ayında yasaklanmıştır. (7)

Gazla Bayıltma

Karbondioksit gazı ile bayıltma yöntemi de oldukça masraflı ve hayvanların gaza dayanıklılıklarının farklı oluşu sebebiyle tercih edilen bir yöntem değildir. Hayvanların bayıltma tünellerine alınmaları sırasında ve CO2 oranı yüksek havayı solumaları anında kateşölaminlerin kana salınmasını arttırması sonucu strese girmeleri de önemli bir dezavantaj olarak belirtilmiştir. (6)

Alına tokmak (balyoz) ile vurmak sureti ile bayıltma

Bu metotta hayvanın alnına bir tokmakla vurulmakta ve hayvan bayıltıldıktan sonra boğazlanarak boyun damarları kesilmektedir. Genelde alında bir kırık oluşmaz. Ancak beyinde geniş kanamalara rastlanılmaktadır. Bahse konu metotla bayıltmada bilinç kaybı çok kısa sürdüğünden 12 saniye içinde hayvan boğazlanmalıdır. Eskiden Avrupa’da kullanılan söz konusu yöntem, bazı hayvanların kafatasları kalın olması hasebiyle veya yanlış bir uygulamada kafatasının sadece kırılmasından dolayı bayıltma gerçekleşmediği için hayvanın çok büyük acılar çekmesi sebebiyle günümüzde pek tercih edilmemekte birlikte Amerika’daki bazı mezbahalarda hala kullanılmaktadır. (6)

Sonuç olarak, İslâmi usul kesim, hem kanın daha hızlı ve daha çok boşalması hem de hayvanın en az acı çekmesi yönünden en başarılı yöntemdir ve kurban kesinlikle bir vahşet değildir.

DİPNOT:

(4) Prof. Dr. Adnan KOŞUM, HAYVAN REFAHI BAĞLAMINDA FIKIHTA HAYVAN KESİMİ, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30, 2017, s. 454 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2017_30/2017_30_KOSUMA.pdf
(5) Prof. Dr. Adnan KOŞUM, HAYVAN REFAHI BAĞLAMINDA FIKIHTA HAYVAN KESİMİ, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30, 2017, s. 450 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2017_30/2017_30_KOSUMA.pdf
(6) Prof. Dr. Adnan KOŞUM, HAYVAN REFAHI BAĞLAMINDA FIKIHTA HAYVAN KESİMİ, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30, 2017, s. 448-449 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2017_30/2017_30_KOSUMA.pdf

30 Temmuz 2021 Cuma

BOŞLUKLARIN TANRISI İDDİASI ÜZERİNE

BOŞLUKLARIN TANRISI NEDİR?

Boşlukla kastedilen anlam, beşeriyetin bilim yoluyla henüz açıklayamadığı olay ve olgulardır, epistemolojik ve ontolojik bilinmezlerdir. Ateistler, teistlerin bilimin nedenini bilemediği hadiseleri Tanrı’ya bağladıklarını ve kendilerince bir izah getirdiklerini iddia ederler. Yani “boşlukta” kalan varlık ve olayları Yaratıcının ilim ve kudretiyle izah etmekte ve O’nun fiilleri olarak görmektedirler. Ne var ki bilim ilerledikçe geçmişin bilinmezleri bugünün malumu olmakta, yani boşluklar yavaş yavaş bilimsel açıklamalarla dolmaktadır. Boşluklar doldukça bir Yaratıcıya duyulan gereklilik de yavaş yavaş yok olmaktadır.

Ne var ki bu iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Kelamla ilgili eserlerde bazen bu tür mucizevi varoluşlardan bahsedilse de kelamcılar, “Biz şu hâdiselerin gerçekleşme şeklini anlayamıyoruz, o hâlde Yaratıcı vardır.” gibi bir mantık yürütmezler.

Yaratıcının varlık ve birliğine dair Akaidle ilgili eserlerde anlatılan delillere bakıldığında bunların, insanoğlunun henüz keşfedemediği mucizevi varoluşlardan ziyade, gayet iyi bildiği, gözlemlediği ve anladığı varlık ve olaylara dayandığı görülür. Kelâmcılar Yaratıcının varlığına en büyük kanıt olarak kâinatta mevcut olan nizam ve intizamı, ahenk ve düzeni, hassas dengeleri(1), sanatlı varoluşları(2), hikmet ve gayeyi, yardımlaşma ve dayanışmayı (3) gösterirler. Evrendeki düzenin, işleyişin, uyumun anlaşılması ve keşfedilmesi ise akla ve bilime bağlıdır.

Kur’ân, devamlı surette sayfa sayfa kâinat kitabını önümüze sererek bunun üzerinde düşünmeyi, akletmeyi, araştırma ve inceleme yapmayı, yeni keşiflere yönelmeyi teşvik eder. Aklını kullananları, mantık ve muhakemesini çalıştıranları över. Bilgisizlikten cahillikten asla medet ummaz. Hiçbir zaman bilimsel keşiflerden endişe etmez. Kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunanların Allah’ın varlık ve birliğini çok daha iyi idrak edeceklerini haber verir.

Kur’ân nazarında Allah’ı tanıtmaları açısından Kur’an ve kâinat kitabı arasında fark yoktur. Kur’an gibi kâinat kitabı da dikkatle ve tefekkürle okunması gereken birer kitaptır. Bir insanın Rabbini kâmil manada tanıması da bu iki kitabı beraber okumasına bağlıdır. Bu açıdan laboratuvarda kâinat kitabını anlamaya çalışan bir Müslüman ile Kur’an okuyup anlamaya çalışan bir Müslüman aynı şekilde ecre nail olacaklardır.

Kur’an ayetlerini okumayan, tefekkür etmeyen, anlamaya çalışmayan ve gereğiyle amel etmeyen Müslümanlar Allah katında sorumlu olacakları gibi, kâinat kitabının ihmal edilmesi de aynı şekilde kişiyi sorumlu kılar. Hatta kâinat kitabını ihmal edenler ilerleyemeyecek, görkemli medeniyetler kuramayacak, bilim ve teknolojide geri kalacak, başkalarının güdümüne girecek ve bu sebeple daha dünyada iken perişan ve derbeder olacaklardır.

SEBEPLERİN MAHİYETİ

Ateistlerin, bilimin ilerlemesiyle beraber tüm “boşlukların” dolacağı ve nihai olarak Yaratıcıya ihtiyaç kalmayacağı savları da tümüyle temelsizdir. Bu savın altında, sebepleri keşfedilen ve bilimsel açıklamaya kavuşan hadiselerin Yaratıcıyla bağlantı kurulmasına gerek kalmayacağı şeklinde bir düşünce yatar.

Buradaki temel mevzu, sebeplerin mahiyetinin doğru anlaşılamamasıdır. Gerçekten bizim sebep olarak gördüğümüz şeyler sonuçları ortaya çıkarmaya güç yetirebilir mi? Bu şekilde her bir nedene bir ilahlık kudreti vehmetmiş olmuyor muyuz? Bir bebeğin yumurta ve spermin birleşmesiyle oluştuğunu anladıktan sonra, bu hadise bizim için bütünüyle bilinir bir hüviyet mi kazanıyor?

Tabii ki öyle değil! Bilim insanları kâinatta cereyan eden bir olayı öncelik ve sonralıklarıyla açıkladıklarında işleyiş, sistem ve mekanizma hakkında bilgi sahibi olurlar. Ama bu sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl var olduğunu bilemezler. Örneğin bir arabayı inceleyen bir mühendis, onun çalışma sistemini çözebilir. Arabanın hangi mekanizmayla hareket ettiğini, hangi parçanın ne işlev gördüğünü anlayabilir. Ama onun bu bilgisi, bu sistemin nasıl ortaya çıktığını, nasıl olup da tüm parçaların uyumlu bir şekilde birbirine monte edildiğini, arabayı inşa eden tasarımcının hedef ve maksadını açıklayamaz. Aksine arabadaki sistemi, mühendisliği, tasarımı gören bir insan, bu arabanın bir ilme, şuura, iradeye, plan ve projeye dayalı olarak üretildiğini anlar, dolayısıyla da arabadan arabanın kurucusuna/yapanına giden yolu bulur.

Şekli, rengi, kokusu ve tadı çeşit çeşit meyvelerin sebebi ağaçlardır, yani odun parçalarıdır. Veya ağaçları da ayakta tutan su, güneş ışınları ve havadır. Hakikaten anne karnında oluşan yavrular yahut ağaçlarda asılı duran meyveler bizim “sebep” dediğimiz olayların “yaratabileceği” varlıklar mıdır? Her şey bu kadar basit midir? Maddi sebepler ve kör rastlantısallıklar bir canlı organizmayı vücuda getirebilir mi? (4) Bunu kabul ettiğimiz zaman nedenlere fevkalade bir güç ve harikulade bir ilim atfetmiş olmuyor muyuz?

İşin doğrusu şu ki, sebepleri de neticeleri de yaratan Allah’tır. Aslında beşerin sebep zannettiği hadiseler sadece zahiri/görünen sebeplerdir; hakiki sebep ise Allah’ın yaratmasıdır. Vehmedildiği gibi kâinatta mutlak bir determinizm yoktur. Belirli sebeplerin varlığı, zorunlu olarak sonuçları ortaya çıkarmaz/çıkaramaz. Sebeplere bu kuvveti veren, onları da yaratan Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’tır.

Bilim insanları, sebepleri, tümevarım yoluyla bulurlar. Örneğin binlerce kez ateşin yaktığını gördükten sonra, yanmanın sebebini ateşe bağlarlar. Esasında gözlemlediğimiz şey iki hadise arasındaki zamansal olarak peş peşe gelmedir, korelasyondur. Fakat bu iki olay sürekli zamansal olarak peş peşe cereyan ettiği için biz birini diğerinin sebebi kabul ederiz. Evrende yaptığımız gözlemler sonucunda olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini de bu şekilde buluruz. Bu aynı zamanda bize evrende müthiş bir düzen olduğunu gösterir. Nitekim böyle bir düzen olmasaydı ilimlerin vücut bulması mümkün olmazdı.

Bilim insanları her ne kadar araştırma ve çalışmalarını devam ettirebilmek ve bilimsel keşiflere imza atabilmek için nedensellik ilişkisini kabul etmek ve buradan hareket etmek zorunda olsalar da, aslında, iki olay arasında zorunlu bir ilişki olduğunu objektif olarak ispatlamak mümkün değildir. Beşerin gözlemlediği şey, B’nin sürekli A’dan sonra geldiğidir. Biz A’nın B’yi vücuda getirecek bir ilim ve kudrete sahip olmadığını bildiğimize göre mantıksal olarak şu sonuca varırız: Bu ikisinden bağımsız ilim ve irade sahibi bir kudret bu ikisi arasında bir korelasyon kurmaktadır. Dolayısıyla aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın nihai ve hakiki anlamda “sebep” olması mümkün değildir.

Bizler, evrende meydana gelen hadiseler arasında mutlak determinizm var olduğunu, yani ortaya çıkan varlık ve hadiselerin maddi sebepler eliyle vücuda geldiğini kabul ettiğimiz zaman; müthiş düzen ve uyumu ve bu müthiş düzen ve uyumun devam etmesini olasılık hesaplarıyla bile izah edilmesi mümkün olmayan kör rastlantısallıklara, şuursuz sebeplere ve akılsız maddeye bağlamış olacağız. Halbuki “doğa yasası” dediğimiz olaylar sadece Allah’ın birer yaratma kanunudur, yani sünnetullah ve âdetullahtır.

BOŞLUKLAR DOLACAK MI?

Varlık hakkındaki malumatımızın artması insanoğlu için boşlukları azaltıyor mu, yoksa daha da mı artırıyor?

Bilim insanlarının sözlerine bakılırsa, bilim ilerledikçe bilmediğimiz ne kadar çok şey olduğunu daha iyi öğreniyoruz. Keşfedilen her bir bilimsel gerçek, beşeriyet için keşfedilmeyi bekleyen alanı daha da büyütüyor. Canlılıkla alakalı malumatımız arttıkça, önceki insanların hayal bile edemeyeceği komplekslikle karşılaşıyoruz. Çağımızda bilmediğimizin farkına vardığımız varlıkların miktarı, önceki insanlara göre çok daha fazla.

İşin ilginç yanı, neyi bilip neyi bilmediğimizin de halen yeterince ayırdında değiliz. Şimdi çok iyi bildiğimizi vehmettiğimiz şeyleri, daha sonra hiç de bilmediğimizin ya da eksik veya yanlış bildiğimizin farkına varıyoruz. Bilimin o günkü açıklamaları belli bir dönemin insanlarını fazlasıyla tatmin ederken, daha sonraki dönemlerde bu açıklamalar bütünüyle ikna edici özelliğini kaybediveriyor.

Son olarak bilimin alanına girmeyen bir çok boşluk olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Mesela ahlakî yargılarımız ve değerlerimiz bilimden ziyade felsefe ve dinin alanına girmektedir. Beşerin yaratılış gayesi, anlam arayışı, varlığın kökeni gibi konulara bilimin vereceği cevaplar yoktur veya sınırlıdır.

YARATICININ VARLIĞINI KABUL ETME BİLİMSEL ÇALIŞMANIN ÖNÜNDE ENGEL MİDİR?

Ateistlerin mevzuyla ilgili diğer bir iddiaları da şudur: Evrendeki varlık ve olayları Yaratıcıya bağladığınız anda, artık onların sebep ve mahiyetlerini araştırmanıza gerek yoktur. Zira bildiğiniz ve anladığınız bir hadiseyi araştırmaya ihtiyaç hissetmezsiniz. Madem her şey Yaratıcının yaratmasıyla vücud buluyor, bu durumda niçin bunlar hakkında araştırma yapalım ki?

Müslümanların en büyük bilimsel keşiflerini yaptıkları asırlarda, dini ilimler de zirvededir. Hatta matematik, astronomi, tıp gibi bilimsel alanlarda eser veren bir çok Müslüman bilim adamının aynı zamanda dini ilimlere dair verdiği eserler de vardır. Onların Kur’an’a bağlılığı, vahyi referans kaynağı olarak kabul etmeleri, Allah’a iman etmeleri hiçbir şekilde bilimsel çalışmalarının önünde engel teşkil etmemiştir. Yani İslâm’ın bilhassa üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır. (4) Salt Müslümanlar da değil, son birkaç yüzyıla gelinceye kadar Batı’da yetişmiş en ünlü bilim adamları da dindar birer Hristiyan’dır. Galileo, Kopernik, Kepler, Pascal, Boyle, Newton, Faraday, Mendel, Pasteur, Kelvin, Maxwell gibi tarih boyunca bilime en büyük katkıları yapan bilim insanlarının tamamı Tanrıya inanmışlardır. Üstelik onların bu inançları bilim yapmalarına engel olmamış aksine bu inanç, onların ana ilham kaynağı olmuştur. (5)

Örneğin Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam manasıyla yetişmiş olmayı arzu ediyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” (6) Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle açıklamıştır: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (7)

Demek ki, evrendeki varlık ve hadiseleri yaratan bir Yaratıcının var olduğunu kabul etme, varlık üzerinde araştırma ve bilimsel çalışma yapmanın önünde asla bir engel değildir. “Ateist bir yaklaşımla daha iyi bilim yapılacağı” savı hiçbir tutarlı ve objektif kanıta dayanmaz. Bir cümlenin yazarı olduğunu kabul etmek, dil bilgisi kuralları açısından onu tahlil etmemize, bir sanat eserinin yapanını bilmemiz onu incelememizi mani olmadığı gibi, kâinattaki varlık ve olayların bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına inanmamız da onlar hakkında araştırma yapmamıza engel değildir.

Aksine, Allah'a olan imanı bir mü’mini daha fazla araştırma ve incelemeye sevk eder/etmelidir. Zira Allah, eserleriyle bilinir. Varlıkla alakalı inceleme ve araştırmalar geliştikçe, Allah’ın tecellileri, yaratması ve icraatları hakkında daha detaylı bilgilere ulaşılacak ve marifetullah konusundaki bilgimiz de artacaktır. Kelam alimleri de Allah’ın varlığıyla alakalı bilgi sahibi olma vesilesi olarak “nazar ve istidlali” göstermiş, yani mü’minleri varlık üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye, inceleme ve araştırma yapmaya sevk etmişlerdir. Bu sebepledir ki Allah inancının bilimsel çalışmaların önünde engel olması bir yana, onları teşvik edici bir rolü vardır.

İmanın başka önemli bir yararı da bilim insanlarını hapsoldukları fiziksel alemin dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Esas amaçları gerçeği araştırmak ve bulmak olan bilim insanlarının çalışmalarını yalnızca doğa içinde kalarak devam ettirmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Zira gerçek, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar derindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik açıklamaların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim insanının görevi en iyi naturalistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (8)
Son olarak insanın fıtratı gereği sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Geçtiğimiz yüzyılda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, amaçsız, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi. (4)

SON SÖZ YERİNE

Bilim ne kadar gelişirse gelişsin, onun verilerinden yola çıkılarak bir Yaratıcı olmadığı sonucuna varılamaz. Çünkü bir Yaratıcının yokluğu bilimsel olarak ispat edilemez. Kaldı ki, ateistler tersini iddia etse de, biz apaçık bir şekilde görüyor, anlıyor ve bu anlayışın neticesinde öyle iman ediyor ve Kur’an’ın haber vermesiyle çok iyi biliyoruz ki bilim ilerledikçe Allah’ın varlığına ve birliğine daha güçlü şahitlik edecektir.

Son olarak şunu da vurgulayalım ki Allah, sadece boşlukların değil; maddi-manevi, bilinen-bilinmeyen, küçük-büyük bütün varlıkların, sistemlerin, sebeplerin, yasaların, olayların, zaman ve mekânların yaratıcısıdır. Çünkü yasa koyucu olmadan yasa olmaz. Kâtip olmadan yazı açıklanamaz.

DİPNOT:

(5) Emre Dorman. “Din-Bilim İlişkisi: Hangi Din? Hangi Bilim?” s. 230 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/761697


Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...