- Denklik İlkesi (Suç-Ceza Dengesi)
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayette cezaların, işlenen suçlara denk olması, cezalandırmada aşırı gidilmemesinin lüzumu üzerinde hassasiyetle durulur. Üstelik suç-ceza denkliğinin ahirette de gözetileceği bildirilir. Allah, dünyada yapılan iyiliklere ahirette fazlasıyla mükafat vereceğini ama işlenen suçların ancak misliyle cezalandırılacağını vurgular.
Şu ayetlerde dünyada işlenen suçların ancak misliyle cezalandırılacağı açık bir şekilde vurgulanır: “Kötülük işleyenlere kötülükleri kadar ceza verilir.” (22) “Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar ceza görür.” (23) “Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler." (24) "Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (25)
Şu ayetlerde fertlere karşı işlenen suçlar için de açıkça bu denklik ilkesine dikkat çekilir: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın. Eğer sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (26) “Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin.” (27) “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (28)
Şari Teâlâ, daha ziyade kamunun hukukunu alâkadar eden had cezalarında, suçluya acıyarak hafif cezalarla olayın geçiştirilmemesi veya cezalandırmada aşırıya kaçılmaması için cezayı bizzat Kendisi takdir etmiştir. Çünkü işlenen suça oranla hafif cezaların verilmesiyle caydırıcılık ve önleyicilik hikmeti gerçekleşmeyeceği gibi, bu konuda aşırıya kaçıldığında da tüyler ürperten zulüm ve işkenceler baş gösterecek, nice mallar ve canlar tarumar olacaktır.
Şu ayette ise düşman saldırıları karşısında yapılacak savunmanın dahi saldırıya denk olması emir buyurulur: “O halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyle saldırın da ileri gitmeye Allah'tan korkun.” (29)
Geçmiş kavimlerin Allah’ın yasaklarını ihlal etmeleri neticesinde, daha dünyada iken maruz bırakıldıkları cezalarda da suç-ceza dengesini görmek mümkündür. Örneğin bir ayette “güvenlik ve huzur içinde olan ve her taraftan bol bol rızıkların geldiği” kent halkının Allah’ın nimetlerine nankörlük ettikleri vurgulandıktan sonra şöyle buyrulur: “Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” (30) Güven içinde bir hayat sürmenin ve nail oldukları bol rızıkların kıymetini bilemeyen ve bu nimetler karşısında nankörlük yapan insanların güvenliğe karşılık korku, bolluğa karşılık da açlıkla cezalandırılmalarında, söz konusu cezanın suça uygunluğu dikkat çeker.
Başka bir ayette Allah ve Resûlü’ne karşı meydan okuyanların, başkaldıranların ve büyüklük taslayanların kendilerinden evvelkilere yapıldığı gibi alçaltılıp rüsvay edildikleri ve ahirette de onlar için küçük düşürücü ve alçaltıcı bir azabın olduğu ifade buyurulur. (31) Burada da işlenen günahlara denk bir cezanın verildiği görülmektedir.
Diğer bir ayetteyse Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir kısım ayetleri gizleyenlerin, yani konuşmaları gerektiği yerde susanların ahiretteki cezaları anlatılırken, Allah’ın kendileriyle konuşmayacağı ve onları temize çıkarmayacağı belirtilir. (32) Yani onlar bu dünyadaki “konuşmama” suçlarının cezasını, ahirette kendileriyle “konuşulmama” olarak göreceklerdir.
Suç-ceza dengesi esasında adaletin bir neticesidir. Adaletin olmadığı bir yerde zulüm vardır. Zulmün olduğu bir yerde ise adalet mekanizmasına güven ortadan kalkar. Uygulanan cezalar mağdurların maruz kaldığı haksızlıkları gidermez ve kamu vicdanını tatmin etmez. Suça meyilli insanları kötü niyetlerinden vazgeçirmeye, suçları azaltmaya yetmez. Bu da toplumsal huzursuzluğu ve çözülmeyi beraberinde getirir. İnsanlar kendi adaletlerini kendileri aramaya başlar. Mağdur iken suçlu olurlar. Bu yüzden mağduriyetleri ikiye katlanır. Tüm bu olumsuzlukları yaşamamak ve cezalandırmada zulümden uzak durmak için ise ne fazla ne eksik işlenen suçlara denk cezalar vermek gerekir.
- Genellik (Tarafsızlık) İlkesi
Genellik ilkesi hukuk karşısında tüm bireylerin eşit olması, yasaların tüm bireylere eşit olarak tatbik edilmesi, ayrıcalıkların reddedilmesi, cezalandırmada adamına göre muamele yapılmaması gibi manalara gelir. İslam'dan evvel cahiliye toplumunda cezalar, mahkumun ait olduğu sosyal kesime göre değişiyordu. Şayet suçlu toplumun aristokrat kesimindense ya hafif cezayla geçiştiriliyor yahut hiç ceza almıyordu. Cezalar, toplumun alt katmanlarından olan kimselere ise katlanarak uygulanıyordu.
Kur’ân’da yer alan, “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, anababanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. ” (33) ayeti, şahıs ayrımı yapmaksızın herkese karşı adil olunmasını emreder.
Şu ayette ise kin ve düşmanlıkların adalete engel olmaması emir buyurulur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (34)
Peygamberimiz (s.a.s), şu hadisleriyle eşitliğe vurgu yapar: Allah"ın belirlediği müeyyideleri size yakın olsun uzak olsun herkese olduğu gibi uygulayın. Sakın hiçbir kınayanın kınaması sizi bundan alıkoymasın.” (35)
Saadet asrında yaşanan şu olaysa bu eşitlik düşüncesinin ceza hukukuna nasıl yansıdığını ve pratikte nasıl tatbik edildiğini gösterir: Soylu bir ailenin kızının hırsızlık yapmasının ardından Allah Resûlü’nden (s.a.s) onun affedilmesi istenir. Fakat O, şu kararlı ve kesin ifadeleriyle bunu reddeder: “Ey insanlar, sizden öncekiler ancak ve ancak şu sebeple helak olmuşlardır: Aralarında şerefli biri hırsızlık ederse onu bağışlarlar. Zayıf olan çalarsa ona had tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer kızım Fatıma hırsızlık ederse Muhammed mutlaka onun da elini kesecektir.” (36)
İslam âlimleri bu naslardan yola çıkarak cezaların uygulanması açısından en sade vatandaş ile devlet başkanı arasında dahi hiçbir farkın bulunmadığını belirtir. Bir bireyin dininin, dilinin, renginin, ırkının, servetinin, makam ve mevkiinin, onun haklı veya haksız olmasında, ceza almasında veya affedilmesine hiçbir etkisi yoktur. İkna edici somut delillerle suçlu olduğu anlaşıldıktan sonra kim olursa olsun hak ettiği cezaya çarptırılır. İslam, hiç kimseye dokunulmazlık hakkı vermez ve hiç kimseyi ceza hukuku hükümlerinin dışında bırakmaz. (37)
- Yargı Bağımsızlığı
Yargının bağımsızlığı, hakimin hiçbir şahıs veya merciden emir almamasını, kararlarını hiçbir etki ve baskı altında kalmaksızın verebilmesini ifade eder. (38)
İslam tarihinde, devlet başkanlarının dahi hakimler karşısında yargılandığı ve haksız bulunabildiği (10) göz önünde bulundurulacak olursa, İslam'a göre yargının tamamıyla yürütmeden bağımsız olarak hüküm ve kararlarını verdiği/vermesi gerektiği anlaşılacaktır.
- Alenilik/Şeffaflık İlkesi
Yargılama usulüne dair kaleme alınan fıkıh kitaplarının üzerinde durdukları önemli konulardan birisi, yargılamaların ve ceza infazlarının aleni yapılmasıdır. Nur sûresinde, uygulanan cezaya insanlardan bir topluluğun şahitlik yapması emir buyurulur. (39)
Ayet her ne kadar zina suçunun cezası hakkında nazil olmuşsa da buradaki alenîlik şartı bütün cezalar için geçerlidir. Meşhur Hanefi fakihi Cessas, mevzubahis ayetin aleniliği emretmesinin hikmetiyle ilgili şöyle der: ““Şâri’in buradaki amacı herhangi bir sayı belirtmek değildir, asıl amaç toplumu cezanın infazından haberdar etmektir. Had cezalarında esas gaye, toplumun aynı suçu tekrardan işlemesini engellemektir. Bu “taife” öyle bir sayıda olmalıdır ki infaz haberi toplum içinde hemen yayılıp herkesin infazdan haberi olsun ve aynı suç tekrar işlenmesin.” (40)
Gerek yargılama gerekse cezanın infazı esnasında uygun sayı ve nitelikte bir grubun hazır bulunması, cezaların caydırıcı olmasını temin edeceği gibi, aynı zamanda cezalandırmada ortaya çıkabilecek ihmalleri, işkence ve kötü muameleleri, yargısız infazları, hukuk dışına çıkılmasını vs. engeller. Alenilik koşulunun gerçekleşmesiyle yargılamayı yapan hakimler ile cezaların infazıyla görevli olan memurların da töhmet ve zan altında kalmasının önüne geçilmiş olur.
- İnsanilik İlkesi
İslam, bir yandan mağdurların hak kayıplarına engel olma ve kamusal menfaatleri koruma adına suçluların cezalandırılmasına çok önem vermiş; fakat diğer yandan onların da haklarını unutmamış, onlara karşı yumuşak ve insanî davranılmasını tavsiye etmiş ve hak ettikleri cezanın dışında kötü muameleye maruz kalmamaları adına gerekli tedbirleri almıştır. Mahkumların, cezalandırmanın hiçbir safhasında eza ve cefaya maruz bırakılmamaları için son derece hassasiyet göstermiştir. Çünkü İslam esas mücadelesini günahkar ve suçlulara karşı değil; suç ve günahlara karşı yürütmüştür.
Suçlu bir katil, cani, hırsız yahut eşkıya da olsa neticede onur ve şerefi bulunan bir insandır. Herkes gibi onun da ailesi, eşi, dostu ve çevresi vardır. Kanı, malı ve ırzı dokunulmazdır. Her şeyden önce o, savunma hakkına ve adil yargılanma hakkına sahiptir. Yargılamanın olabildiğince seri yapılması ve davanın bir an önce hükme bağlanması da sanığın mağdur edilmemesi adına son derece önemlidir. Eğer adil bir yargılama neticesinde suçu sabit olursa ancak kanunda yer alan ceza tatbik edilebilir. Yargısız infaz yapılamaz; onur ve şerefini zedeleyici tutumlar içine girilemez; işkence edilemez.
İslam'a göre günahkar, hakikat yolundan saptığı için elinden tutulup yeniden hidayet ve istikamete ulaşmasına yardım edilmesi gereken bir insandır; tahkir edilmesi ve aşağılanması gereken birisi değil. Zaten bir seferinde had cezasına çarptırılan bir zaniye karşı, “Allah seni rezil u rüsvay etsin.” diyen kişilere karşı Peygamberimiz, “Böyle demeyiniz. Şeytana karşı ona yardım etmeyiniz!” sözleriyle tepki vermiştir. (41)
Hatta Hz. Peygamber (s.a.s) işledikleri suçlar nedeniyle had cezasına hükmedilen kimselerle ilgili zihinlerde negatif bir algı kalmaması ve onların aleyhinde konuşulmaması adına onların güzel yönlerini zikretmiştir. Örneğin bir keresinde içki içtiği için cezalandırılan bir Müslümana lanet okunduğunu duyan Allah Resûlü, “Ona lanet etmeyiniz. Allah’a yemin olsun ki o Allah ve Resûlü’nü sever.” buyurur. (42) Başka bir seferinde yine had cezasına çarptırılan bir kadın hakkında Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurur: “Gerçekten öyle bir tövbe etti ki şayet onun bu tövbesi Medine ahalisinden yetmiş kişi arasında paylaştırılsa hepsine yeterdi.” (43)
Başka bir rivayette Allah Resûlü (s.a.s) cezalandırılan bir kimse aleyhine iki sahabinin kendi aralarında kötü sözler sarf ettiğini duyar. Olayın üzerinden bir saat geçtikten sonra bir eşek ölüsüne rast gelirler. Peygamberimiz, bu ikisinin nerede olduğunu sorar. Onlar huzuruna gelince bineklerinden inip rastladıkları laşeden yemelerini söyler. Onların, “Ya Resûlellah, bunu kim yer ki!” demeleri üzerine esas verilmesi gereken dersi verir ve şöyle buyurur: “Az evvel kardeşiniz hakkında sarf ettiğiniz kötü sözler şundan yemenizden daha fenadır. Allah’a yemin ederim ki şu anda o, Cennet nehirlerinde sefa sürüyor.” (44)
Bu tür hadisleri değerlendiren âlimler, irtikap ettiği herhangi bir suçtan ötürü cezalandırılan kimseye lanet edilmesinin, onun aleyhinde kötü sözler sarf edilmesinin caiz olmadığı hükmünü çıkarır. Aslında bu tür tavır ve davranışlar, suçluların ıslah edilmesi ve uslandırılması şeklindeki cezalardan umulan faydaların da önüne geçecektir. Toplumun kendisini hakir gördüğünü düşünen bir bireyde terk edilme, yalnızlaştırılma ve topluma karşı nefret hisleri galip gelecek, bu da onun toplumdan uzaklaşmasına ve daha farklı suçlara yönelmesine sebep olacaktır.
Dolayısıyla yanlış bazı söz ve tavırlarla haya perdesi yırtılmamalı, suç ve günah işleyen bireylerin tövbe etmesi daha da güçleştirilmemelidir. Aksine yumuşaklıkla, güzellikle ve nasihatle ıslah-ı hâl etmelerine yardımcı olunmalıdır.
Bazı hükümlülerin içinde bulundukları koşullar nedeniyle cezalarda ertelemeye yahut hafifletmeye gidilmesi de insanî ilkelere son derece itina gösterilmesinin, hakkaniyet ve merhametin bir neticesidir. Örneğin fakihlere göre, bedene yönelik bir cezaya çarptırılan failin hasta olması durumunda ceza ertelenir. Bunun gerekçesi de şöyle açıklanır: Hastalık ve lohusalık gibi durumlarda bedene yönelik cezaların tatbik edilmesi mahkûmun hak ettiği cezadan fazlasıyla cezalandırılması sonucunu doğurur ve mahkûmun hayatı tehlikeye atılmış olur. (45) Bu durumda cezalandırmadaki amacın dışına çıkılmış olur.
Havanın çok sıcak veya soğuk olması da bedenî cezaların ertelenmesi adına bir gerekçe görülmüştür. Fıkıh âlimleri bu tarz hava şartlarında cezalandırmaya gidildiği takdirde failin normalden daha fazla zarar görebileceğini belirtmiş, bu yüzden hava koşulları normale dönünceye kadar beklenmesi gerektiğini hükme bağlamıştır.
Fıkıh âlimleri kadının lohusa olmasını da ona uygulanacak bedenî cezanın ertelenmesi adına geçerli bir mazeret olarak görür. (45) Nitekim mevzuyla alakalı bir rivayette Peygamberimiz (s.a.s) hükme bağlanmış bir had cezasını infaz etmesi için Hz. Ali’yi görevlendirir. Fakat o, kadının lohusa olduğunu anlayınca ceza uygulamaktan vazgeçer ve gelip durumu Peygamberimize bildirir. Peygamberimiz, öncelikle Hz. Ali’nin bu tavrını takdir eder, arkasından da kadının kanı kesilinceye kadar beklemesini söyler. (46)
Hamile kadınlar için de benzer hükümler dile getirilir. Fıkıh âlimlerine göre mahkumun karnındaki çocuğa zarar verme olasılığı olan hiçbir ceza tatbik edilmez. (47)
Mahkumun çok yaşlı olması durumunda ise ceza büsbütün terk edilmez fakat sembolik bir cezayla yetinilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) zina eden zayıf bir ihtiyara 100 celde yerine çok dallı bir ağaç parçasıyla bir kez vurulmasını kâfi görmüştür. (48)
Hz. Ömer’in kıtlık senesinde hırsızlık suçu için öngörülen cezaları infaz etmemesi ise muzdar durumda kalan bireylere had cezası tatbik edilemeyeceğine, cezaların takdiri esnasında “ızdırar halinin” ve “mücbir sebeplerin” bulunup bulunmadığının mutlaka araştırılması gerektiğine bir delil olarak gösterilir. Çünkü zaruretlerin haramları mübah kılacağı, pek çok ayetin hükmünden çıkarılmış genel bir fıkıh kaidesidir. (49)
- İşkence Yasağı
Her ceza doğası itibarıyla suçluya belirli ölçüde acı ve ıstırap verir ve onu bir kısım yoksunluk ve mahrumiyetlere maruz bırakır. Aksi takdirde ceza, ceza olmaktan çıkar. Ne var ki ceza ile kötü muamele ve işkence birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Cezalar, yasaldır, suça denktir, sınırları bellidir ve çoğu zaman adaleti temsil eder. Cezaların infazı suçluları ıslah eder, suçtan mağdur olanların mağduriyetlerini giderir ve başkalarını da aynı suçu işlemekten alıkoyar.
Kötü muamele ve işkencedeyse asıl maksat suçluya acı çektirmek ve ondan intikam almaktır. Hak edilen cezanın çok ötesinde eziyet etme söz konusudur. Devletin ve yargı organlarının vazifesi, şüpheli yahut suçlulara karşı şiddet kullanmak ve işkence uygulamak değildir; bilakis kanunlarda öngörülen cezaları tatbik etmektir.
İslam, her çeşidiyle işkencenin karşısında durmuştur. Suçluların tahkir ve lanet edilmesine karşı Hz. Peygamber'in nasıl gazaplandığı ve bunu yapanları sert ifadelerle ikaz ettiği üzerinde yukarıda durmuştuk.
Bunların yanı sıra Allah Resûlü (s.a.s) “Dünyada insanlara işkence edenlere Allah da ahirette azap eder.” (50) sözleriyle işkenceyi yasaklar ve işkencecileri bekleyen acı azabı haber verir.
Her ne kadar bazen kanıtların ortaya çıkarılması ve hakiki suçluların tespit edilmesi gibi bahanelerle işkenceye başvurulsa da işkence asla hak ve adaletin sağlanması için bir metot olamaz. Onun hukuka verdiği zararlar, umulan faydalardan çok daha büyüktür. Evvela bireylerin işkence altında verdikleri beyanlara, yaptıkları itiraflara hiçbir zaman tam olarak güvenilemez. Çünkü işkence belirli bir seviyeyi aştıktan sonra çoğu insan işkencecilerin duymak istediklerini söyler, içeriğine bakmadan önüne konulan belgelere imza atar. Bu tür tehdit ve zorlamayla elde edilen ifadeler ise hakiki rıza ve iradenin dışa vurumu değildir. Haliyle işkencenin olduğu bir yerde suçsuzlar ile suçlular birbirine karışır.
Hz. Ömer de emniyet içinde olmayan sanığın açlık, korku ve hapis tehdidi altında kendi aleyhine verdiği ikrara güvenilemeyeceğini ve buna dayanarak hüküm vermenin doğru olmadığını ifade etmiştir. (51) Kaldı ki bizzat âyet-i kerimeyle ikrah altında Allah’ı inkâr etmenin bile bir hüküm ifade etmeyeceği bildirilmiştir. (52)
Peygamberimiz, normal şartlarda değil, savaş şartlarında dahi işkence yapılmasını yasaklamıştır. Onun, savaş için tayin ettiği komutana yaptığı tavsiyelerden birisi de şudur: “Savaşta aşırı gitmeyin, anlaşmaları bozmayın, işkence yapmayın.” (53)