Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2022 Perşembe

BİLİM VE DİN ÇATIŞIR MI?


Bilginin kaynağı olarak genellikle akıl ve duyular kabul edilir. Akıldan rasyonalizm, duyulardan (tecrübi bilgi) pozitivizm neşet eder. Müslümanlara göre bu iki bilgi kaynağının yanında semavi vahiy de bilgi kaynağıdır. Buna literatürde mütevatir haber de denilir. Müslümanlar fizikötesi alemden gelen manaya ilişkin bilginin ışığı altında akıldan ve duyulardan gelen bilgiyi test ederler. Duyular yanılabildiği için duyulardan gelen bilgilerin test edilmesi gerekir. Felsefede duyuların yanılabilirliğine örnek olarak suyun içindeki kaşığın kırık görünmesi anlatılır. Yine akıl da bugün doğru dediğine yarın yanlış diyebiliyor. Bu durumda akıldan gelen bilgilerin de teste tabi tutulması zarureti doğuyor. İşte bu test semavi vahiy ile yapılır.

Bu genel bilgilerden sonra din ve bilimin çatışma şüphesinin sebebine bakalım. Aslında bu şüphe Hristiyanlık tarihinden neşet etmiştir. Hristiyanlık tarihinde ilk 3 asır din genel larak safiyetini korumuştur. 313 yılında İmparator Flavius Valerius Constantinus (306-337) Milano Fermanı’yla genel dinsel hoşgörü ilân etmişti. Hristiyanlık bundan sonra imparatorluktaki diğer dinleri baskılayacak ve 380 yılında Büyük Theodosius tarafından resmî din ilân edilecektir.(1) Hristiyanlık devlet dini olarak kabul edilip resmileştirilirken aynı zamanda kontrol altına alınmış ve bundan sonra Hristiyanlık kiliseye sıkıştırılmıştır. Hristiyanlık kilisede sadece moral motivasyon dini olarak var olmuş ve doğum, ölüm, evlilik gibi törenlerin teşrifatını yapan bir din haline gelmiştir. İşte bu aşamadan sonra bilimle din yani Hristiyanlık arasında bir çatışma başlamıştır. Bazen din adamları dinin otoritesine dayanarak bilim insanlarını cezalandırmaya başlamıştır. Bir süre sonra kilise tarafından bilim şeytanlaştırılmıştır.

Ne zaman ki bilim insanları gücü elde etmiştir, işte o zaman da bilim insanları kiliseyi, dini göz ardı etmiş ve duvarların arkasına doğru ittirmiştir. Bu çatışma süreci asırlar boyunca sürmüş ve Hristiyanlığın yaşadığı bu serüven bilim insanlarının bilimi pozitif ve rasyonel temellere oturtmasına sebebiyet vermiştir. Oysa ki Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür." (2) İşte bilimin semavi vahyi reddedip sadece akıl ve duyular üzerine temellendirilmesi günümüzdeki bütün tıkanmaların en önemli sebeplerinden biridir.

Halbuki İslam'ın bilimle böyle bir çatışma süreci yoktur. Aksine İslam'ın altın çağlarını yaşadığı coğrafyalarda aynı zamanda bilimsel gelişmelerin ve bilimin de altın çağını yaşadığı görülmüştür. (3) Buna rağmen Hristiyanlığa yüklenilen manalar, Hristiyanlıkla birlikte İslam'ı da mahkum etmek için kullanılmaktadır.

Bilgi kaynağı olarak semavi vahiy kabul edilmediği için bilim daraltılmış olan bu alana mahkum edilmiştir. İşte bu mahkumiyet nedeniyle bir takım problemler yaşanmaktadır. Oysa ki Einstein’ın dediği gibi "Bilimsiz din kör dinsiz bilim ise topaldır."(4) Zaten Bediüzzaman Hazretleri de "Vicdanın ışığı, dini ilimlerdir. Aklın nuru, modern bilimlerdir. İkisinin kaynaşmasıyla hakikat tecellî eder. O iki kanat ile talebenin himmeti pervaz eder. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe doğar." der.(5) Yani aklımızı modern bilimlerle, kalbimizi de dini ilimlerle aydınlattığımızda ikisinin bileşke noktasında hakikat ortaya çıkar.

Eğer fizikle beraber metafizik, maddeyle beraber mana göz önünde bulundurulmazsa, hakikat arayışı sadece fizik alemle sınırlı tutulursa, o zaman varlığı izah etme biçimi de fizik alemin sınırlarıyla çizilir. İşte bu yüzden günümüzde bilim bir takım meseleleri izah edebilmek için felsefeye yaslanmak zorunda kalmaktadır. Mesela bir Yaratıcı kabul edilmediği zaman kainatın ilk oluşumundan, canlıların oluşumuna kadar her şey rastlantılarla izah edilmeye çalışılır. Oysa ki bu durum bilime de zıttır. Çünkü bilim rastlantı gibi izahları kabul etmeyip her sonucun bir sebebi olması gerektiğinden hareket eder. Sonuçlara sebep arayışı olmasaydı bilim olmazdı ve boşluklar rastlantı gibi izahlarla doldurulurdu. Birilerinin boşlukları Tanrı ile doldurduğunu iddia ederek eleştirenlerin, boşlukları rastlantılarla doldurmaya çalışmaları ve bunu da bilimsellik diye yutturmaya kalkmaları ne hazin bir çelişkidir?

İslami anlayışta kainat ve kainatta işleyen kanunlar Allah'ın kudret sıfatından gelen ayetler, Kuran ise kelam sıfatından gelen ayetlerdir. Allah'ın kudret ve kelam sıfatından gelen ayetler birbiriyle çelişemez; çünkü bunlar aynı kaynaktan gelmektedir. Öyleyse çeliştiği zannedilen durumlarda ya Kuran ayetlerine verilen anlamlar ve bu ayetlerin yorumlanması yanlıştır ya da bilim önceki bilgilerini yanlışlaya yanlışlaya ilerlediği için henüz ayetlerde ifade edilen doğru bilgiye ulaşamamıştır. Birinci ihtimalde bilimle çatışan ve çelişen Kuran ayetleri değil, bu ayetlerin insanlar tarafından yapılan yanlış yorumlarıdır. İkinci ihtimalde ise bilim henüz yolculuğunu tamamlamadığı için hakikate ulaşamamıştır.

DİPNOT:

(1) Dr. Etem ÇALIK, Bayburt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dergisi, sayı 7, Eylül 2020, s. 85 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/884760

(2) Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/hakikat-cekirdekleri/670

(3) Örnekler için bkz. https://bilgelik-yolunda.blogspot.com/2021/10/asr-i-saadet-ve-savas.html

(4) J. A. FRANQUIZ, Department of Philosophy, W. Virginia Weslyan College, Buckhannou, USA, Çeviren Adem AKMAN, Din ve Bilim – Muş Alparslan Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, s. 143 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1416028

(5) Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/63

30 Eylül 2021 Perşembe

BİLİM İNSANLARINA İLHAM KAYNAĞI OLAN DOĞADAKİ BAZI SANAT ESERLERİ

  

"Endüstri alanında gerçekleşmesini düşlediğimiz birçok şey, zaten doğada var..." Bunlar, ABD'nin ünlü iletişim şirketi Lucent Technologies' den biyo-taklit uzmanı Joanna Aizenberg' in sözleri. Ağaç gövdesinden kirpi dikenine kadar tüm biyolojik malzemeler, üstün bir tasarımı yansıtıyor. Ancak, bu tasarımları fark edebiliyor muyuz, onlardan yeterince yararlanabiliyor muyuz? Bugün, birçok bilim adamı, biyo-taklit malzemeler yapmak için doğaya yöneliyor. Çünkü biyolojik malzemeler, insan yapımı malzemelerden farklı. Yenilenen, geri dönüşümlü, koşullara göre değişen "akıllı malzemeleri"; büküldüğü halde kırılmayan, darbe almasına rağmen çatlamayan; hem esnek hem de dayanıklı olan maddeleri; karmaşık, çok işlevli kompozitleri doğada gözlemlemek mümkün. Şimdi, bu yapıların bazılarına göz atalım ve insan aklına nasıl önderlik yaptıklarını görelim: (1)

Massachusetts Institute of Technology’den (MIT’den) Doç. Dr Xuanhe Zhao ve arkadaşları, örümceklerin ıslak ortamlarda da avlanabilmelerine vesile olan yapışkan maddeyi örnek alarak iki ıslak yüzeyi saniyeler içinde birleştiren çift taraflı bir bant geliştirdi. (2) 
Dr Zhao, biyolojik yapıştırıcı teknolojilerinin dikişlerin yerini almasını amaçladıklarını söylüyor. (3)
Bilim insanları sümüklüböcek, midye, kertenkele ve benzeri pek çok canlının nesnelere nasıl tutunduğunu inceliyor. Sümüklüböceğin salgısı hemen her çeşit engelin üzerinden zarar görmeden geçebilmesine, dik yüzeylere tutunabilmesine, ağaç dallarından sarkabilmesine vesile olan çok işlevli bir malzeme. (4) İngiltere’nin Nottingham Trent Üniversitesi’nden fizikçi Dr. Michael Newton’un PLOS ONE isimli akademik mecmuada yayımlanan makalesine göre, sümüklüböcekler teflona, hatta yeni teknoloji ürünü süper kaygan yüzeylerin hemen hepsine tutunabiliyor. (5) Washington Üniversitesi zooloji profesörü Ingrith Deyrup-Olsen’in çalışmasına göre, “sümük” hücrelerde granüller şeklinde paketli olarak depolanıyor. Suya temas eden granüller son derece hızlı bir biçimde hacimlerinin 100 katına kadar su çekebiliyor. 
Prof. Smith şöyle söylüyor: “Buna benzer bir jel mükemmel bir medikal yapıştırıcı olurdu. Islak yüzeylere yapışır ve doku ne kadar çok eğilip bükülürse bükülsün, onunla birlikte eğilip bükülürdü. Sızıntı, yara izi hiç olmazdı.” (4) Harvard Üniversitesi’nin Wyss Biyolojik İlhamlı Mühendislik Enstitüsü’nden Prof. Dave Mooney ve arkadaşları, bu salgının yapısından ilham alarak güçlü bir medikal yapıştırıcı üretti. Kabuklu deniz hayvanlarının kabuğundaki bir polimeri ve yosunların hücre duvarlarında bulunan bir maddeyi kullanarak geliştirdikleri jeli andıran yapıştırıcı delik bir domuz kalbinde denendi. Islak zemine uygulanmış olmasına rağmen ve kalp binlerce kez şişirildiği halde yapıştırıcı işlevini korudu. (6)
Suyun altında kuvvetli bir şekilde yüzeylere yapışabilen ve fırtınalarda bile tutunduğu yerden kopmayan midyeler de güçlü yapıştırıcı geliştirmek isteyenlere yol gösteriyor. Kayaya yapışmış bir midyeye yakından bakarsak midyeden dışarıya doğru uzanan, her birinin ucunda bir damla yapışkan bulunan birçok iplikçik görürüz. Kimyasal analizlerde, midyenin yapışkanında yüksek oranda demir bulundu. Midyenin deniz suyundan süzdüğü demir, proteinleri bağlamak için kullanılıyor ve ortaya çok güçlü bir malzeme çıkıyor. (1)

“Her şeyin son derece hem sanatlı hem kolayca yaratılması gösteriyor ki, hepsi kuşatıcı bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir.” (7)

DİPNOT:

(7) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 26. Lem'a s. 382 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-altinci-lema/382

28 Eylül 2021 Salı

BUNLAR DA MUTASYONLA MI OLDU: KAN, AKCİĞER, DAMARLAR, GÖZ VE KULAĞA GENEL BİR BAKIŞ

 

Her an farkında olmadığımız o denli çok şey oluyor ki bedenimizde. Örneğin, günde neredeyse yüz bin defa kan pompalayan bir “motor” oksijeni parmaklarımızın uçlarına kadar ulaştırıyor. (1)

Fevkalade yumuşak ve esnek olan ve şekil değiştirerek çok ince damarların içlerinden geçebilen kırmızı kan hücrelerimiz, oksijeni vücudumuza dağıtarak hayati bir fonksiyonu yerine getiriyor. 1 mm3 kanda bulunan kırmızı kan hücresi sayısı erkeklerde ortalama 5 milyondur. (2) İnsanda ortalama 7 litre kan vardır. (3) 1 litre 1 milyon mm3'tür. (4) Bu durumda insanda ortalama 35 trilyon kırmızı kan hücresi vardır ve bunların saniyede yaklaşık 2 milyon tanesi ölür; fakat aynı süre içinde bir o kadarı da üretilir. (5)

Vücudumuzda hücreler farklılaşarak özelleşiyor. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Daniel Finley ve arkadaşlarının araştırmaları, kırmızı kan hücresine dönüşen hücrelerin çarpıcı farklılaşma sürecine ışık tuttu. Akademik dergi Science’da yayımlanan  çalışmada, kırmızı kan hücresine dönüşecek hücrelerin çekirdek, mitokondri, ribozom gibi organellerinin imha edildiği, böylece oksijen taşıyıcı protein hemoglobine yer açıldığı belirtiliyor! Finley ve arkadaşlarının araştırmasına göre, UBE2O adı verilen enzim, ortadan kaldırılacak hücre parçalarını küçük bir proteinle etiketliyor. Etiketler, hücrenin “çöp makinası” olan proteazomun yok edilecek parçaları tanımasını sağlıyor. Çalışmaya göre, UBE2O’nun eksikliği halinde kırmızı kan hücresine dönüşecek hücreler yüzlerce proteini tutmaya devam ediyor. Kırmızı kan hücrelerinin hemoglobinle tıka basa doldurulmasının çok önemli olduğu belirtiliyor. Bunun, bedenin tüm doku ve organlarının normal işlevlerini yerine getirmeleri için gereken bol miktarda oksijeni sağladığı ifade ediliyor. (6)
Prof. Edward Morrisey, akciğerin insan bedenindeki en kompleks uzuvlardan biri olduğunu ifade ediyor. (7) Düzinelerce farklı hücre türü bulunan kompleks bir organ… Soluk borumuzu ters duran bir ağacın gövdesi gibi düşünürsek, bronşları büyük dallara, bronşiolleri de küçük dallara benzetebiliriz. (8) İnce hava yolları olan bu bronşioller en sonunda uçlarında alveol ismindeki çok ince duvarlı hava keselerine bölünürler. İnsan vücudunda ortalama 300 milyon alveol var. Kılcal damar ağıyla çevrili olan bu keseler, akciğerlere hava dolunca balon gibi şişiyor. Oksijen ve karbondioksit değişimi, alveollerle kılcal damarlar arasında gerçekleşiyor. (9) Amerika Birleşik Devletleri'nin Columbia Üniversitesi’nden Prof. Irving Herman, “Physics of the Human Body” (İnsan Vücudunun Fiziği) adlı kitabında alveollerin toplam yüzey alanının 50-100 metrekare olduğunu dile getiriyor. Akciğerin özel yapısı, kanla temas eden alanın çok fazla olmasını sağlıyor. Prof. Herman, “Bu şekilde olmasaydı metabolik oksijen ihtiyacımızı gidermekten çok uzak olurduk.” diyor. (10)

Alveoller içleri ıslak plastik torbalara benziyorlar. Normalde ıslak torbaların iç kısımları birbirine yapışır. Alveollerde üretilen ve surfaktan adı verilen karışım, suyun yüzey gerilimini azaltıyor ve soluk verirken alveollerin büzülüp kalmasına engel oluyor! Surfaktan vesilesiyle alveoller çok daha kolay şişiyor, rahat nefes alabiliyoruz. (11)
Arterlerimizin esnek duvarları çok duyarlı doku tabakalarından oluşuyor. Bu doku, vücudun değişen ihtiyaçlarına göre damar çapını değiştirerek kan akımını etkiliyor. Almanya’nın Max Planck Enstitüsü’nden bilim insanları, damarların iç kısmında anten gibi vazife yapan bir molekül keşfetti. PIEZO1 ismi verilen bu molekül vesilesiyle damar içindeki hücreler gerektiğinde azot oksit salarak damarın genişlemesini sağlıyor. Çalışmaya katılan bilim insanları PIEZO1 genleri etkisiz hale getirilmiş fareleri incelediğinde damarların genişlemediğini, bunun da sürekli yüksek tansiyona yol açtığını tespit etti! (12)
Gözümüzün ön kısmında saat camını andıran çok dayanıklı bir tabaka var. Kornea ismi verilen bu saydam ve eğimli katman, kalkan gibi gözü muhafaza ediyor ve ışığı kırarak odaklanmasını sağlıyor. Korneadan kırılarak geçen ışık, büyüyüp küçülme kabiliyetine sahip göz bebeğinden geçerek şekil değiştirebilen merceğe, oradan da ışığa duyarlı hücrelerin bulunduğu retinaya ulaşıyor. Korneada alışılmışın dışında hiç kan damarı bulunmuyor. Doçent Dr. Reza Dana ve arkadaşları, şeffaf olması lazım gelen korneada kan damarlarının meydana gelmesinin nasıl engellendiğini keşfetti. PNAS ismindeki akademik dergide yayımlanan araştırmalarına göre, korneanın üst tabakasında bulunan çok miktardaki VEGFR-3 adlı protein damar oluşumunu durduruyor. Dana, “gözün kan damarları bulunmayan bir korneanın yaşamaya devam etmesini sağlama özelliği olmasaydı görüşümüz önemli ölçüde bozulurdu.” diyor. (13)
Ses dalgaları kulak zarımızı titreştirdiğinde çekiç, örs ve üzengi isimleri verilen, birbiriyle bağlantılı üç küçük kemik titreşimleri kuvvetlendirerek iç kulağımıza iletiyor. Kohlea ismi verilen salyangoz kabuğunu andıran, içi sıvıyla dolu yapıda bulunan hücrelerin tüy benzeri mikroskobik çıkıntıları titreşimlere tepki veriyor ve beyne sinyal gitmesine neden olan işlemler devreye giriyor. Kulaklarımız vesilesiyle bir senfonideki farklı notaları ayırt edebildiğimiz gibi bir fısıltıyı da duyabiliyoruz. Bu sesleri duyabilmemiz için kohleadaki hücrelerin “tüylerinin” aynı yöne bakacak, hassas bir şekilde düzenlenmiş demetler halinde paketlenmiş olmaları gerekiyor. Demetlerin nasıl meydana geldiğini ve nasıl dizildiğini araştıran Rockefeller Üniversitesi’nden Prof. James Hudspeth ve meslektaşlarının çalışmaları, Daple adındaki protein olmazsa demetlerin yanlış şekilde oluşacağını gösterdi. (14)

Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Dr Benjamin Thiede, “Değişik sesler duyduğunuzda, kohleadaki her hücre tepki vermez, sadece belirli ses frekanslarına duyarlı olan hücreler verir.” diyor. Thiede, yüksek frekanslı seslerin sesin kulağa girdiği yere en yakın olan ve daha kısa “tüy” demetlerine sahip hücrelerce algılandığını, alçak frekanslı seslerin ise daha içeride bulunan, daha uzun “tüylere” sahip hücrelerce algılandığını söylüyor. Çalışma sonuçlarını Nature Communications’da neşreden Dr Thiede ve ekibi, hücrelerin tüy benzeri çıkıntılarının boylarınının düzenlenmesinde retinoik asit adlı molekülün etkili olduğunu ortaya çıkardı. Thiede, kohleanın uzunluğu boyunca değişik düzeylerde retinoik asit aktivitesi olduğuna dair kanıtlar buldu. Laboratuvar ortamında hücrelere daha fazla retinoik asit eklediğinde daha uzun “tüy” demetleri ürettikleri tespit edildi. Retinoik asidi inhibe eden bir madde kullanılınca  daha kısa boylu “tüy” demetleri meydana geldi. (15)

İç kulağımızda dengeyi kontrol eden bir kısım da var. Üç adet yarım daire şeklinde, içleri sıvıyla dolu kanalla başımızın hareketleri ve konumu takip ediliyor; gelen sinyallere göre gözler ayarlanıyor. Amerika’da Johns Hopkins Tıp Fakültesi’nden Doç. Dr. Charles Della Santina, bunun vücuttaki en hızlı refleks olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Olmasaydı dünya,elle tutulan bir video kameradan izleniyor gibi görünürdü.” (16)

“…Özellikle o varlık, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir ölçü içinde ve çok şeyle irtibatı bulunan bir hayata mazhar ise bu açıkça, onun ayrılık ve karışıklık sebebi olan farklı ellerden çıkmadığını, kudret ve hikmet sahibi bir tek el tarafından yaratıldığını gösterdiği halde...” (17)

DİPNOT:

(11) Ergül KARAKUZU, FARMASÖTİK AEROSOL SİSTEMLER VE KULLANIŞLARI s. 4 https://pharmacy.erciyes.edu.tr/ckfinder/userfiles/files/bitirmeler/Erg%C3%BCl_Karakuzu_Tez.pdf
(17) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 23. Lem'a (Tabiat Risalesi) s. 295 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-ucuncu-lema/295

21 Eylül 2021 Salı

BUNLAR DA MUTASYONLA MI OLDU: İNSANDAKİ MUCİZEVİ KORUYUCU SIVILAR

 

Bebekler harika bir cilt kremine bulanmış olarak dünyaya geliyorlar. Bu, ismi verniks olan, beyaz, peynirimsi bir madde. 

Anne rahminde uzun süre amniyotik sıvı içinde kalan bebeğin derisini muhafaza eden verniks, doğumdan sonra da bebeğin cildini nemli tutuyor, enfeksiyonlara karşı koruyor. (1) Dr. Vischer, yüzde 80 civarında su, yüzde 10 protein ve yüzde 10 lipitten oluşan vernikste bulunan skualen adlı molekülün süper-nemlendirici özelliği olduğunu belirtiyor. Vischer ve arkadaşlarının uzun yıllar süren çalışmalarına göre verniksin yara iyileştirici, temizleyici ve antioksidan özellikleri de var. (2) Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nden Prof. Joke Bouwstra ülseri dahi iyileştirdiğini söylüyor. (3)
Amerika Birleşik Devletleri'nin Maryland Üniversitesi’nden Prof. Mary Ann Jabra-Rizk ve meslektaşları, Plos Pathogens’de yayımlanan makalelerinde insan tükürüğünün birçok antimikrobiyal bileşik içerdiğini belirtiyor ve yara iyileştirici özelliğinden  söz ediyorlar. (4) (İnsanın aklına Hz. Peygamber'in yaralara tükürüğünü sürdüğünü nakleden hadisler geliyor.) Tükürükteki çok sayıdaki antimantardan biri histatin-5 isimli protein. Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden bilim inanlarının 2018’de yayımlanan çalışmarına göre, ishale neden olabilen E. coli bakterilerinin ince bağırsağa bağlanma mekanizmalarını etkileyerek bağırsağı enfeksiyondan koruyor. (5)

Tükürük, anne sütü, gözyaşı gibi vücut salgılarında bulunan lizozim de bakterilerin hücre duvarlarına zarar verip çoğalmalarını önlüyor. (6) Gözyaşındaki ve sütteki laktoferrin ise, bakterilerin kümeleşmelerini ve pek çok kronik rahatsızlığın sebebi olan biyofilmleri meydana getirmelerini engelliyor. (7)
Her göz kırpışımızda tazelenen gözümüzü kaplayan gözyaşı, üç ayrı katmandan oluşuyor: Yüzeyde yağlı bir tabaka, ortada farklı proteinler ihtiva eden tuzlu su, iç kısımda ise gözyaşının göze eşit şekilde yayılmasını sağlayan sümüksü bir tabaka var. Yağlı tabakada oleamide isimli maddeyi bulan Ohio Üniversitesi’nden Dr. Kelly Nichols oleamide yahut yağlı bileşenlerden herhangi birinin yetersiz miktarda veya gereğinden fazla olması durumunda yağlı tabakanın nemi hapsetme özelliğini kaybedebileceğini söylüyor. Batma ve yanma duygusuna neden olan göz kuruluğunun insana vereceği rahatsızlık bir yana, gözün mikroskobik boyutta zarar görmesiyle görüş de bozulması da söz konusu. (8)
Canımız acımadan attığımız her adımda ya da kolumuzu kolayca her hareket ettirişimizde bir başka koruyucu sıvının rolü var. Diz, dirsek, omuz ve benzeri kemiklerin birleştiği eklem yerlerinde kemiklerimizin uçları kaygan kıkırdakla sarılı, çevreleri de kıkırdağı “yağlayan” kıvamlı bir sıvıyla dolu. Kıkırdağın aşınmasıyla kemik uçları birbirine sürtse acı, şişlik ve hareket kaybı yaşanabilir. Eklem sıvısındaki lubrisin isimli proteinin kıkırdağın korunmasında önemli rolü olduğu tespit edilmiştir. Lubrisin ihtiva etmeyen sıvı elastikliğini kaybedip kıkırdağı koruyamaz. Şunu da vurgulayalım, eklem hareketleri arttıkça eklem sıvısının elastikliği de artıyor.
Beyin omurilik sıvısı, yastık gibi 
beyni darbe ve sarsıntılara karşı koruyor; ama tek fonksiyonu bu değil. Beyin omurilik sıvısı beyni çevrelediği için beyin onun içinde yüzer. Böylece olduğundan çok daha hafif hissedilir ve yukarıdan aşağıya bir basınç oluşmaz. Eğer böyle olmasaydı beynin alt bölgeleri üstündeki dokunun ağırlığını taşıyacak ve kan damarları çok kolay tıkanıp beyin ölümüne yol açacaktı. (9) Bu sıvının ilginç bir görevi daha var: Beyni yıkıyor!

İnsan beyni, vücudun toplam enerjisinin yüzde 20 – 25’ini tüketiyor. (10) Bu süreçte çok miktarda protein atık, biyolojik çöp de üretiliyor. Atıkların hücrelerin içinde yahut etrafında birikmesi beyin sinyallerinin iletilmesini engelleyebiliyor. Rochester Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Prof. Maiken Nedergaard ve arkadaşlarının ünlü akademik dergi Science’da yayımlanan araştırmaları, uyku sırasında farelerin beyin hücrelerinin çevresindeki alanın yüzde altmıştan fazla genişlediğini ve beyin omurilik sıvısının hücreler arasında hızla akarak biriken atıkları giderdiğini gösterdi. Uyanık olduklarında ise akış çok yavaştı. (11)

“Hem hayat, kainatın idaresinde hüküm süren rızık, rahmet, inayet ve hikmeti içeriyor. Güya hayat onları arkasına takıp girdiği yere çekiyor. Mesela hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit Hakim ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp düzene koyar. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip meskenini ihtiyaçlarına göre düzenleyip süsler. Yine aynı halde Rahim isminin cilvesi görünüyor ki, hayatın devamı ve kemali için türlü türlü ihsanlarda, lütuflarda bulunur. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, hayatın devamı ve gelişip açığa çıkması için gereken maddi, manevi gıdaları yetiştirir ve kısmen bedende depolar. Demek hayat bir odak noktası hükmündedir; çeşitli sıfatlar onda birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Adeta hayat tamamıyla hem ilimdir, hem kudrettir, aynı zamanda hikmet ve rahmettir ve hakeza… ” (12)
(12) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 33. Söz, 23. Pencere s. 921 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/otuz-ucuncu-soz/921

17 Eylül 2021 Cuma

İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK ÖRNEKLERİ: HAYVANLARIN SİLAHLARI

  Öncelikle detaylarını şu yazımızda bulabileceğiniz (1) indirgenemez komplekslik hakkında kısa bilgiler vererek yazıya başlayalım:


İndirgenemez karmaşıklık (irreducible complexity) kavramı mikrobiyolog Michael Behe ile ön plana çıkmıştır.

Prof. Michael J. Behe indirgenemez karmaşıklığı bir makalesinde şöyle tanımlamıştır:

İndirgenemez karmaşıklıkla söylemek istediğim birçok etkileşimli parçadan oluşan, temel bir görevi yerine getiren ya da katkıda bulunan tek bir sistemdir. Bu tür bir sistem, tedricen, küçük, başarılı öncü değişikliklerle üretilemez. “Çünkü doğal seçilim işleyen bir görevi seçmeye dayanır. Bir indirgenemez karmaşık sistemin, eğer böyle bir şey varsa, doğal seçilim için tam bir bütün olarak çalışır halde aniden oluşması gereklidir” (2)

Behe, bu durumu fare kapanıyla örneklendirir. Behe'ye göre tahta platform, yay, yakalayıcı, metal çubuk ve benzeri kısımlardan oluşan fare kapanının işlevsel olabilmesi için bütün bu parçaların eksiksiz olarak bir arada bulunması ve uyumlu bir şekilde birbirine monte edilmiş olması gerekir. Bunlardan birinin bile eksik olması durumunda kapan çalışmaz. (3)

Behe’ye göre hücre ve hücrenin içindeki biyolojik sistemler/moleküler makineler insan eliyle yapılmış sistemlere oranla çok daha kompleks yapılardır. Bunların görev ve fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri için sistemi oluşturan bütün parçalarının eksiksiz bir şekilde aynı anda mevcut olmaları, sırasıyla ve doğru bir şekilde bir araya gelmeleri gerekir.

Behe, moleküler sistemlerin nasıl basitleştirilemez ve eksiltilemez karmaşık yapılar olduğunu, dolayısıyla evrimleşerek oluşamayacaklarını hücredeki tüycükler, bakteri kamçısı ve kanın pıhtılaşması gibi somut örnekler üzerinden detaylı bir şekilde izah eder.

Moleküler biyoloji alanındaki keşifler vesilesiyle hücrenin yapısı aydınlatıldıkça bilim insanları, daha önce hayal bile edemeyecekleri nasıl karmaşık ve muhteşem bir sistemle karşı karşıya olduklarını daha iyi anlıyorlar. Çünkü stoplazmasındaki organellerin her biri ayrı birer moleküler makine olan hücre, nakil sistemleri, üretim hatları, enerji santralleri, rafineleri, genetik bilgi bankası ve savunma mekanizmalarıyla en büyük şehirlerden bile daha kompleks bir yapıya sahiptir. İçerisinde saniyede üç bin kimyevi reaksiyon meydana gelir. (4) Böyle kompleks bir sistemin düzen ve uyumunun bozulmadan uzun bir süre zarfında farklı parçaların kademe kademe bir araya gelmesiyle oluşabileceğini hayal etmek dahi zordur.

İndirgenemez karmaşıklık yalnızca hücre seviyesinde değerlendirilecek bir mesele değildir; gözün yapısından, midenin gıdaları sindirme faaliyetine, kalbin kan pompalamasından böbreklerin kanı süzmesine, dolaşım sisteminden solunum sistemine kadar bütün doku, organ ve sistemleri aynı şekilde kompleks birer biyolojik makine olarak görebiliriz.

Çağımızda birçok bilim insanının çalışmalarıyla, hücredeki en ufak biyolojik makinelerin dahi evrimleşerek rastlantısal olarak oluşamayacağı ortaya konulmuştur. Michael Behe, dünya kütüphanelerinin katalogları ve bilgisayar arşivleri üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda, kompleks biyokimyasal sistemlerin evrimleşme sonucu ne şekilde meydana geldiğini izah eden herhangi bir eser ve çalışmaya denk gelmediğini ifade etmiştir. (5)

İşte indirgenemez kompleksliklerden biri de hayvanların silahlarıdır.

Örneğin bazı karidesler (Alpheidae) kocaman bir boks eldivenine benzeyen kıskaçlarıyla avlanıyor, ama avlarına temas etmeden, uzaktan “nakavt ediyorlar.” Özel yapılı büyük kıskaçları hızla kapanırken aradan hızı saatte neredeyse 100 kilometreye varan bir su jeti fışkırıyor. Su jetinin arkasında meydana gelen büyük kabarcığın şiddetle patlaması şok dalgası oluşturuyor; karidesin yiyebileceği canlıları sersemletiyor ya da öldürüyor. Kabarcıkların patlama sesi o denli fazla ki, parmak kadar karidesler bir araya geldiklerinde denizaltıların sonar kullanımını etkiliyorlar. (6)

Bu karideslerle alakalı ayrıntılı çalışmalar yapan Hollanda Twente Üniversitesi akademisyenlerinden Dr Michel Versluis, kabarcığın içinde sıcaklığın anlık olarak 4000 dereceyi aştığını, güneşin yϋzey sıcaklığına vardığını söylüyor!  Versluis ve ekibi, meşhur akademik dergi Nature’da yayımladıkları makalelerinde şu sözlere yer verdi: “Kabarcık patlarken flaş şeklinde, kısa süreli yoğun ışık açığa çıkıyor. Bu, patlama sırasında kabarcığın içinde aşırı basınç ve en az 5000K (4700 santigrat derece) sıcaklığın olması gerektiğine işaret ediyor.” Çalışma ekibinden Prof. Detlef Lohse ise, aksi halde ışığı görmeyeceğimizi söylüyor. (7)

Örümcek Adam’ın bileğinden ağ fırlatarak suçluları yakalaması gibi avlanan canlılar da var. Kütük ayaklılar (Onychophora) adı verilen, solucana benzeyen, bu hayvanlar başlarının iki yanında bulunan, sağa sola çevrilebilen tüpler “çapraz ateş” şeklinde jelimsi bir madde fışkırtıyor. Nature Communications’da neşredilen bir çalışmaya göre, püskürtücü başlıkların şekilleri ve elastikiyeti jelimsi maddenin her yöne fışkırmasını sağlıyor. İlginç özellikleri olan bu madde, avlamak istedikleri böceğe yapışıyor ve hızla sertleşerek tutsak eden iplere dönüşüyor. Böcek kabukları suyu iten mumsu katmanla kaplı ancak, deterjanlarda kullanılan nonilfenol adlı kimyasal ve yağ molekülleri içeren sıvı, böceğin üstüne iyice yayılabiliyor. Almanya’nın Max Planck Enstitüsü’nden Alexander Bär ve arkadaşları, sıvının içerdiği protein ve yağ moleküllerinin birleşerek daima çapları 75 nano civarında olan kürecikler oluşturduğunu tespit etti. Avın hareketleriyle küreciklerin bozulduğunu, yağ moleküllerinin ve proteinlerin ayrıldığını anlatan Bär, proteinlerin iç kısımda uzun lifler meydana getirdiğini, su ve yağ moleküllerinin ise bir tür kılıf meydana getirdiğini söylüyor. (8)

Bukalemunlar yavaş hareket eden canlılar. Ama, birbirinden bağımsız hareket eden gözleriyle etraflarını çok iyi tarayabiliyor, renk değiştirme kabiliyetleri sayesinde kamufle olmuş şekilde av bekliyorlar. Bukalemunun ağzında kıvrılmış olarak duran dili, lazım olduğunda jet uçağına oranla 5 kat daha hızlı hızla dışarı fırlıyor ve hayvanın vücudunun bir buçuk katına kadar uzuyor. (9) Peki ama, mϋthiş hızla fırlayan dil neden böceğe çarpıp düşürmüyor? Journal of Experimantal Biology'de yayınlanan bir çalışmayla çarpışmaya birkaç milisaniye kala dilin ucunda bir tür vantuz oluştuğu keşfedildi. Dr. Herrel, bukalemunları uyuşturup vantuzun oluşmasına vesile olan kasları uyaran sinirleri kesti. Bukalemunlar beslenmek istediğinde, dilleri avı kapmak yerine çarpıp düşürüyordu! Şunu da ekleyelim, sinirlerin tekrar büyüdügü, hayvanların normal beslenebildikleri belirtiliyor. (10)
Su fışkırtarak dalların üzerindeki böcekleri düşürüp yiyen okçu balıklar (Toxotidae), su yüzeyinin üç metre yukarısındaki böcekleri bile avlayabiliyor. Suyun içinden bakıldığında cisimler bulundukları konumdan biraz daha yukarıda görünüyor. Buna karşın hedefe isabet ettiriyor, hatta uçan sinekleri bile vuruyorlar. (11) Proceedings of the Royal Society B: Biological Sciences dergisinde yayınlanan Dr Shelby Temple ve arkadaşlarının çalışmasında okçu balıkların aynı anda hem su altını hem de üstünü net gördüğü keşfedildi. Araştırma ekibinden Prof. Shaun Collin, retinadaki farklı bölümlerin görme alanındaki farklı bölgelere ayarlı olduğunu, böceğe odaklanırken kendi çevrelerini de tarayabildiklerini ifade ediyor. (12) Peki, boyları çoğunlukla 18 santimetreyi geçmeyen (11) bu küçük balıklar, çok iyi bir şekilde tutunabilen böcekleri nasıl düşürebiliyor? Almanya’nın Erlangen-Nürnberg Üniversitesi’nden Prof. Stefan Schuster ve arkadaşlarının akademik dergi Current Biology’de yayımlanan araştırmaları, okçu balıkların böcekleri tutunma uzuvlarının sağladığı gücün yaklaşık on katı güçle vurduklarını gösterdi. (13) Schuster ve aynı üniversiteden Dr. Thomas Schlegel’in Science mecmuasında yayımlanan makalelerine göre, böceklerin nereye düşeceğini de hesaplıyorlar ve bu hesaplama sadece 40 milisaniye sürüyor. (14)

Çalışma sonuçlarını PNAS isimli akademik mecmuada yayımlayan Amerika’nın Nebraska Üniversitesi’nden Aaron Rundus, sincabın vücudundaki gizli savunma sistemini sincaplara kızıl ötesi kamerayla bakınca keşfetti. Karanlıkta çıngıraklı yılanlara denk gelen sincapların kuyruklarını normalden daha çok salladıkları biliniyordu, ancak bu davranışın nedeni açıklanamıyordu. Rundus, çıngıraklı yılanların varlığını fark eden sincapların kuyruk sıcaklığının büyük oranda arttığını belirledi. Çıngıraklı yılanlar, yüzlerindeki kızıl ötesi sensörler vesilesiyle 0,003 derecelik sıcaklık farkını bile algılayabiliyor. Yılanlar, çoğunlukla beklenmedik saldırılar yaparak yavru yer sincaplarını yiyor. Kanlarında çıngıraklı yılan zehrine karşı bağışıklığa vesile olan proteinler bulunan yetişkin sincaplar, yavruları korumak için yılanları ısırıyor, yüzlerine kum atıyor. Bilim insanları sıcak kuyruğun, yılana sincabın kendisini fark ettiği ve yavruları korumaya hazır olduğu mesajını ilettiğini düşünüyor. Çalışmalar, sıcak kuyrukların çoğunlukla çıngıraklı yılanların uzaklaşmasına neden olduğunu ortaya çıkardı. Sincaplar, kızıl ötesi sensörleri bulunmayan yılanlara denk geldiklerinde de kuyruklarını sallıyor, fakat kuyruk sıcaklıkları normal düzeyde kalıyor! Bu da sincapların yılanları ayırt ettiklerini gösteriyor. Rundus, sincapların bu özelliğinin kendisini şok ettiğini ifade ediyor. (14)
Bombardıman böcekleri (Brachinus elongatulus) vücutlarında meydana gelen kimyasal patlamalarla kuşlardan, kurbağalardan korunuyor. Kimyasal tepkime neticesinde meydana gelen çok sıcak, tahriş edici bir sıvı arka taraflarındaki küçük bölümden dışarı püskürüyor. Sonuçları akademik mecmua Science’da yayımlanan çalışmaya göre, iki ayrı kimyasalın korunaklı bir odacıkta karıştırılmasıyla ortaya neredeyse kaynama noktasında olan benzokinon adlı madde çıkıyor. Bu işlem çok hızlı bir şekilde arka arkaya tekrar ediliyor. Bombardıman böcekleri neredeyse her yöne sprey tarzında saniyede üç yüz defa “atış” gerçekleştirebiliyor ve vücutlarında meydana gelen patlamalardan zarar görmüyor! (15)

“Yüzü hayret verici sanatların bir sergisi, hayret verici mahlûkatın bir toplanma yeri, varlık kafilelerinin bir geçiş yeri ve kulların meydana getirdiği saflara bir mescit ve konak olan yer, bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kainat kadar Allah'ın birliğinin nurunu gösterir.” (16)

 

(4) Adem Tatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış-2 s. 188 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/assests/images/sey.pdf
(10) Herrel, A., Meyers, J.J., Aerts, P.& Nishikawa, K.C. The mechanics of prey prehension in chameleons, Journal of Experimental Biology 203, 3255 - 3263 (2000). https://journals.biologists.com/jeb/article/203/21/3255/8593/The-mechanics-of-prey-prehension-in-chameleons
(11) https://en.wikipedia.org/wiki/Archerfish
(12) https://royalsocietypublishing.org/doi/10.1098/rspb.2010.0345
(13) https://doi.org/10.1016/j.cub.2007.04.014
(14) https://www.pnas.org/content/104/36/14372.short
(15) https://www.science.org/doi/10.1126/science.1261166
(16) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 33. Söz, 22. Pencere s. 920 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/otuz-ucuncu-soz/920

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...