Kuran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2022 Perşembe

BİLİM VE DİN ÇATIŞIR MI?


Bilginin kaynağı olarak genellikle akıl ve duyular kabul edilir. Akıldan rasyonalizm, duyulardan (tecrübi bilgi) pozitivizm neşet eder. Müslümanlara göre bu iki bilgi kaynağının yanında semavi vahiy de bilgi kaynağıdır. Buna literatürde mütevatir haber de denilir. Müslümanlar fizikötesi alemden gelen manaya ilişkin bilginin ışığı altında akıldan ve duyulardan gelen bilgiyi test ederler. Duyular yanılabildiği için duyulardan gelen bilgilerin test edilmesi gerekir. Felsefede duyuların yanılabilirliğine örnek olarak suyun içindeki kaşığın kırık görünmesi anlatılır. Yine akıl da bugün doğru dediğine yarın yanlış diyebiliyor. Bu durumda akıldan gelen bilgilerin de teste tabi tutulması zarureti doğuyor. İşte bu test semavi vahiy ile yapılır.

Bu genel bilgilerden sonra din ve bilimin çatışma şüphesinin sebebine bakalım. Aslında bu şüphe Hristiyanlık tarihinden neşet etmiştir. Hristiyanlık tarihinde ilk 3 asır din genel larak safiyetini korumuştur. 313 yılında İmparator Flavius Valerius Constantinus (306-337) Milano Fermanı’yla genel dinsel hoşgörü ilân etmişti. Hristiyanlık bundan sonra imparatorluktaki diğer dinleri baskılayacak ve 380 yılında Büyük Theodosius tarafından resmî din ilân edilecektir.(1) Hristiyanlık devlet dini olarak kabul edilip resmileştirilirken aynı zamanda kontrol altına alınmış ve bundan sonra Hristiyanlık kiliseye sıkıştırılmıştır. Hristiyanlık kilisede sadece moral motivasyon dini olarak var olmuş ve doğum, ölüm, evlilik gibi törenlerin teşrifatını yapan bir din haline gelmiştir. İşte bu aşamadan sonra bilimle din yani Hristiyanlık arasında bir çatışma başlamıştır. Bazen din adamları dinin otoritesine dayanarak bilim insanlarını cezalandırmaya başlamıştır. Bir süre sonra kilise tarafından bilim şeytanlaştırılmıştır.

Ne zaman ki bilim insanları gücü elde etmiştir, işte o zaman da bilim insanları kiliseyi, dini göz ardı etmiş ve duvarların arkasına doğru ittirmiştir. Bu çatışma süreci asırlar boyunca sürmüş ve Hristiyanlığın yaşadığı bu serüven bilim insanlarının bilimi pozitif ve rasyonel temellere oturtmasına sebebiyet vermiştir. Oysa ki Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür." (2) İşte bilimin semavi vahyi reddedip sadece akıl ve duyular üzerine temellendirilmesi günümüzdeki bütün tıkanmaların en önemli sebeplerinden biridir.

Halbuki İslam'ın bilimle böyle bir çatışma süreci yoktur. Aksine İslam'ın altın çağlarını yaşadığı coğrafyalarda aynı zamanda bilimsel gelişmelerin ve bilimin de altın çağını yaşadığı görülmüştür. (3) Buna rağmen Hristiyanlığa yüklenilen manalar, Hristiyanlıkla birlikte İslam'ı da mahkum etmek için kullanılmaktadır.

Bilgi kaynağı olarak semavi vahiy kabul edilmediği için bilim daraltılmış olan bu alana mahkum edilmiştir. İşte bu mahkumiyet nedeniyle bir takım problemler yaşanmaktadır. Oysa ki Einstein’ın dediği gibi "Bilimsiz din kör dinsiz bilim ise topaldır."(4) Zaten Bediüzzaman Hazretleri de "Vicdanın ışığı, dini ilimlerdir. Aklın nuru, modern bilimlerdir. İkisinin kaynaşmasıyla hakikat tecellî eder. O iki kanat ile talebenin himmeti pervaz eder. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe doğar." der.(5) Yani aklımızı modern bilimlerle, kalbimizi de dini ilimlerle aydınlattığımızda ikisinin bileşke noktasında hakikat ortaya çıkar.

Eğer fizikle beraber metafizik, maddeyle beraber mana göz önünde bulundurulmazsa, hakikat arayışı sadece fizik alemle sınırlı tutulursa, o zaman varlığı izah etme biçimi de fizik alemin sınırlarıyla çizilir. İşte bu yüzden günümüzde bilim bir takım meseleleri izah edebilmek için felsefeye yaslanmak zorunda kalmaktadır. Mesela bir Yaratıcı kabul edilmediği zaman kainatın ilk oluşumundan, canlıların oluşumuna kadar her şey rastlantılarla izah edilmeye çalışılır. Oysa ki bu durum bilime de zıttır. Çünkü bilim rastlantı gibi izahları kabul etmeyip her sonucun bir sebebi olması gerektiğinden hareket eder. Sonuçlara sebep arayışı olmasaydı bilim olmazdı ve boşluklar rastlantı gibi izahlarla doldurulurdu. Birilerinin boşlukları Tanrı ile doldurduğunu iddia ederek eleştirenlerin, boşlukları rastlantılarla doldurmaya çalışmaları ve bunu da bilimsellik diye yutturmaya kalkmaları ne hazin bir çelişkidir?

İslami anlayışta kainat ve kainatta işleyen kanunlar Allah'ın kudret sıfatından gelen ayetler, Kuran ise kelam sıfatından gelen ayetlerdir. Allah'ın kudret ve kelam sıfatından gelen ayetler birbiriyle çelişemez; çünkü bunlar aynı kaynaktan gelmektedir. Öyleyse çeliştiği zannedilen durumlarda ya Kuran ayetlerine verilen anlamlar ve bu ayetlerin yorumlanması yanlıştır ya da bilim önceki bilgilerini yanlışlaya yanlışlaya ilerlediği için henüz ayetlerde ifade edilen doğru bilgiye ulaşamamıştır. Birinci ihtimalde bilimle çatışan ve çelişen Kuran ayetleri değil, bu ayetlerin insanlar tarafından yapılan yanlış yorumlarıdır. İkinci ihtimalde ise bilim henüz yolculuğunu tamamlamadığı için hakikate ulaşamamıştır.

DİPNOT:

(1) Dr. Etem ÇALIK, Bayburt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dergisi, sayı 7, Eylül 2020, s. 85 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/884760

(2) Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/hakikat-cekirdekleri/670

(3) Örnekler için bkz. https://bilgelik-yolunda.blogspot.com/2021/10/asr-i-saadet-ve-savas.html

(4) J. A. FRANQUIZ, Department of Philosophy, W. Virginia Weslyan College, Buckhannou, USA, Çeviren Adem AKMAN, Din ve Bilim – Muş Alparslan Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, s. 143 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1416028

(5) Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/63

4 Eylül 2021 Cumartesi

ŞERİAT KURALLARININ UYGULANMASI TEOKRASİ MİDİR?

  

Mevzuya girmeden önce şunu hatırlatmakta fayda var:  İslâm’ın kamu hukukuna ve bilhassa devlet yönetimine dair vaz ettiği hükümler temel bir kısım ilke ve prensiplerden öteye geçmemektedir. Hatta bilhassa hicri dördüncü ve beşinci asırlarda “hilafet” ve “imamet” kavramları etrafından ortaya konulan “İslam siyaset teorisi” de büyük oranda içtihatlara dayanmaktadır. O devrin sosyal ve siyasî şartlarının bu içtihatlar üzerindeki etkisi ise tartışılmaz bir gerçektir. Yine tarihteki İslâm devletleri incelendiğinde, bunların siyasî teşkilatlanmaları üzerinde diğer yabancı devlet ve kültürlerin önemli bir etkisinin olduğu da inkâr edilemez.

İşte tüm bunlar göz önüne alındığında İslâm’ın öngördüğü belirli bir siyasal model olduğu söylenemez. Her zaman için değişik siyasal modellerin İslâm’a uygun hâle getirilmesi mümkündür. Bu nedenle “İslâm’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusuna yanıt vererek işe başlamak mevzunun doğru bir şekilde anlaşılmasına önemli katkı sunacaktır.

Örneğin totalitarizmin hiçbir türü İslâm’la uyuşamaz. Bir totaliter rejim türü olan teokrasinin de İslâm tarafından onaylanması mümkün değildir.

Yunanca bir sözcük olan teokrasi (theokratia) Tanrı manasına gelen “teo” sözcüğüyle hükmetme demek olan “kratos” sözcüklerinin birleşimidir. (1) Yani teokrasi, sözcüğün kökeninden de görüleceği gibi yönetimin meşruiyetini Tanrı’dan aldığı, güç ve iktidarın kaynağını Tanrı’ya dayandıran bir yönetim şeklidir. Bu yönüyle o, esasında demokrasi veya monarşi gibi bir yönetim şekli ortaya koymaktan ziyade, devlet otoritesinin nihai kaynağını tespit ve tayin eder.

İslâm’da hiçbir devlet yöneticisinin Allah namına hareket etmesi, kutsallık iddia etmesi ve sorumluluktan kaçması mümkün değildir. Hz. Ebu Bekir, kendisine “Allah’ın halifesi” denilmesine şiddetle itiraz etmiştir, Hz. Ömer ile Ömer b. Abdulaziz'in de aynı şekilde kendilerine "halifetüllah" denilmesine karşı çıktıkları kaydedilmektedir. (2) Şayet daha sonraki devirlerde bazı sultanlar bu ismi kullanmış ve bununla da her türlü icraatlarını meşru göstermeyi hedeflemişlerse, hiç şüphesiz bu İslâmî esaslardan bir sapmanın ifadesidir.

İslâm, din adamları ve idareciler de dahil hiç bireyi bir diğerinden üstün tutmamıştır. İslâm’da hiçbir bireyin, hiçbir grubun ayrıcalığı ve dokunulmazlığı yoktur. Bilakis bütün vatandaşlar kanun önünde eşit oldukları için herkes eylemlerinden ötürü sorgulanır, hesaba çekilir ve suçu tespit edildiğinde de cezalandırılır. İslâm tarihinde, devlet başkanlarının sıradan bir yurttaşla hâkim huzuruna çıktığı ve davayı kaybettiği birçok olayla karşılaşmak mümkündür.

İslâm’da Allah ve Resûlü (s.a.s) dışında hiçbir şahsa ve hiçbir zümreye karşı mutlak itaat yoktur. (3) İtaat, yalnızca meşru ve maruf olan şeylerdedir. (4) Çünkü İslâm’da devlet başkanı da dahil hiçbir yönetici mutlak masum değildir. Onlar da hata yapabilir ve zulme yapabilirler. Emirlerinde kendi çıkarlarını halkın faydasının önüne geçirebilirler. İşte bütün bu durumlarda onlar itaat haklarını da kaybederler.

İtaat etme bir tarafa idarecilerinin hak ve adaletten ayrıldığını gören halkın, buna sessiz kalmaması ve şartlara göre üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi tavsiye edilmiştir. Bu mesuliyet de bazen öğütle, bazen uyarıyla, bazen sivil itaatsizlikle, bazen muhalefet ve direnmeyle yerine getirilir. Zira yöneticiler de Kur’ân’da açıkça emredilen (5) emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesinin kendisine karşı yerine getirilmesi gereken kimseler arasındadır. Hatta Peygamberimiz, zalim sultanın yanında hakkın söylenmesini en büyük cihad saymıştır. (6)

İslâm’a göre yönetim, belirli bir soyun elinde dolaşan kutsal bir hak değildir. Aksine yöneticiler, seçim, şura ve bey’at esaslarına göre belirlenir. Bu yüzden devlet başkanı meşruiyetini Tanrı’dan değil, halktan alır. (7) Tanrı adına değil halk adına, halktan aldığı yetkiyle yönetir. Liyakatini yitirdiği ve hukukun dışına çıktığı durumlarda da halkın ileri gelenlerinden oluşan ehlü’l-hal ve’l-akd heyeti tarafından görevden alınır.

İslâm’da Hıristiyanlıkta olduğu gibi imtiyazlı bir kısım haklara sahip olan ve manevî otoritenin yanında maddi otorite üzerinde de hak iddia eden ne kilise ne de ruhban sınıfı yoktur. Âlimler, sivil insanlardır. Yönetime müdahale edemezler. Diğer yurttaşlar gibi devlette kamusal bir vazife aldıklarında da hak ve sorumlulukları sadece üstlendikleri vazifeyle sınırlı kalır. Onların içtihat yetkisi vardır. Fakat içtihat, sadece müçtehidin kendisini bağlar. Başkalarının bu içtihada göre amel etme mecburiyeti yoktur. (8)

Teokratik rejim, bir tür dikta rejimidir. Dolayısıyla teokrasinin olduğu bir yerde özgürlüklerden söz edilemez. Oysaki peygamberlerin gönderiliş gayelerinden en önemlisi insanları hür ve bağımsız hale getirebilmek; insanın insana köle olmasının önüne geçmektir. Çünkü bireylerin özgür kişiler olarak rahatça irade ve tercihlerini kullanamadığı bir yerde hakiki bir dindarlıktan da söz edilemez. Birey, her çeşit zorbanın esaretinden olmaktan kurtulmalıdır ki Allah’a hakkıyla kul olabilsin. İslâm’a göre bireyin boyun eğeceği tek varlık Allah’tır.

Bir kısım kimselerce şeriatın uygulanmasının özgürlükleri kısıtlayacağı, bazı hak ihlallerine neden olacağı ve dolayısıyla teokrasi doğuracağı ileri sürülmektedir. Ne var ki bu doğru değildir. Çünkü en başta ifade ettiğimiz üzere İslâm’ın kamu hukukuyla ilgili ortaya koyduğu hükümler oldukça sınırlıdır ve bunlar da genel itibarıyla evrensel ve insanî prensiplerdir. Bu konudaki detay hükümler ise içtihada bırakılmıştır. Yine ceza hukukuyla ilgili İslam'ın ortaya koyduğu ilkeler de evrensel ve insanî prensiplerdir. (9)

Ayrıca şeriat kuralları sadece Müslümanlara uygulanır. Gayrimüslim vatandaşlar kendi inanç ve hukuklarına göre yaşar ve bunlara göre yargılanırlar. Aynı şekilde İslâm devletlerinde azınlıklara din ve vicdan hürriyeti tanındığı da tarihî bir gerçektir. (10) Müslümanlara şeriat kurallarının uygulanmasının sebebi de devletin ve yöneticilerin bu yöndeki talep veya baskıları değil, bilakis Müslümanların inandıkları dine göre yaşama istikametindeki talep ve istekleridir. Müslüman olmak ise tamamen bireylerin hür tercihlerine bırakılmıştır. (11) Dine girme mevzusunda kilisenin yaptığı gibi bir zorlama asla söz konusu olamaz. Çünkü istemediği halde dine girmeye zorlanan bir kimse Müslüman değil münafık olur.

Sonuç olarak teokrasi, hiçbir şekilde şeriat ile uyumlu bir rejim değildir. Din, bir baskı aracına dönüştüğü takdirde, bundan öncelikle ve en fazla zarar görecek yine dinin kendisi olacaktır. Buradan hareketle ele geçirdikleri devlet aygıtıyla halkı tepeden inme dindarlaştırmayı hedefleyen siyasal İslamcıların da nasıl bir yanlış içinde oldukları görülebilir. Şeriat iddiasında olan bir takım ülkeler, yönetim şekilleri itibarıyla ne kadar teokrasiye yaklaşırlarsa, o kadar İslâm’dan uzaklaşmış olacaklardır.

DİPNOT:

(1) Selim KARAKAŞ, Orhun Abideleri’nde Teokrasi Problemi ve Yabancı Dinlerin Türk Bozkır İdari Anlayışına Etkileri, Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 1, Sayı 1 Güz 2016 s. 162 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/265182
(2) Dr. Hüseyin ÇELİKER, İSLÂM HUKUKU’NDA DEVLET BAŞKANLIĞI s. 253-254 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/188488
(3) Hikmet ADEM, YENİ FİKİR DERGİSİ YIL: 7 SAYI: 17 s. 79 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1721388
(4) Buharî, Ahkâm 4 https://sunnah.com/bukhari:7145
(6) Tirmizi, Fiten 13 https://sunnah.com/tirmidhi:2174
(7) İmâmeti hem cismanî hem ruhanî yetkiler bakımından nübüvvetin devamı gibi gören ve imamın günahsız (mâsum) olması gerektiğini savunan -Zeydiyye dışındaki- Şîa’ya göre ise devlet başkanı meşruiyetini ilâhî iradeyle (nas) belirlenmiş olmasından alır (bk. BİATDEVLETHİLÂFETİMÂMETİTAAT). https://islamansiklopedisi.org.tr/mesru
(11) Faruk ERMEMİŞ, Kur'an-ı Kerim'in Düşünce ve İnanç Özgürlüğüne Yönelik Emirleri ve Hz. Muhammed'in Uygulamaları, DÜZCE ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: II, Sayı: 1, 2018 s. 24 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/460842

30 Ağustos 2021 Pazartesi

AYETLER IŞIĞINDA MÜSLÜMAN OLMAYANLARLA DOSTLUK

  


Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu yüzden ayetler, bağlam bütünlüğü içinde anlamlandırılmalı ve parçacı yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden bağlamından koparılarak alınan bir ayetle isabetli bir hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir. (1)

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği derin mana tabakaları vardır. Yüzeysel bakışların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması lazım gelen şey, ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça gramer kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Yine âyetlerin, dinin genel hedefleri ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Veli Kelimesinin Manası

Birçok ayette Müslüman olmayanların veli edinilmesi yasaklanmıştır. Ne yazık ki birçok mealde bu sözcük “dost” olarak çevrildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Oysaki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu anlamlardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu sözcüğü “tefviz-i umurda bulunma” olarak izah etmiştir ki bu oldukça ehemmiyetlidir. Bunun anlamı işlerini bir başkasına bırakma, tamamıyla ona itimat etme, onu koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Yani burada yasaklanan mevzu alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Yine veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık münasebetlerini sürdürmeye de mani değildir. Aksine burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına ifşa etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Özetle mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir.

Yine diğer ayetlerde tercih buyurulan “bitane” ve “velîce” sözcükleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden sözcüklerdir. Bu sözcükler kalpten bağlılığı, aradan su sızmayacak derecede aşırı yakınlığı ifade eder. Üstelik bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tarz durumlardaysa başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Peygamberimizin şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (2)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” ifadesinin bulunması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” beyan buyurulması ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. 

Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Ayrıca bir kısım ayetlerde dost edinilmemesi lazım gelen bireyler olarak mutlak anlamda Ehl-i Kitap ve kafirler beyan buyurulmuş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani tüm zamanlarda ve coğrafyalarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Dolayısıyla Müslüman olmayanların tamamını aynı kefeye koyup hepsine aynı şekilde davranmak yanlış olur. Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. (3) ayetleri de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

Bu durumda ayetlerde dost edinilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları ayrıntılı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak mü’minleri aldatmaları, mü’minlerlere zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, mü’minleri dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Zaten şu âyet de bu gibi olumsuz sıfatlara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi lazım geldiğini açıkça beyan buyurmaktadır: Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever. (4)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (5) bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını göstermektedir. Çünkü pek tabiidir ki bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Zaten Peygamberimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de ağırlamış, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Peygamberimizin Yahudi ve müşriklerle birlikte yaşamak için imzaladığı Medine Sözleşmesi, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Peygamberimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle salt küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Örneğin bir keresinde Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Peygamberimize onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (6)

Yasağın İllet ve Sebebi

Diğer taraftan,  Hüküm, müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikākı, illet-i hüküm gösterir. (Eğer dinî bir hüküm, türemiş bir sözcük üzerine bina edilirse o sözcüğün türediği kök, hükmün illetine işaret eder).” şeklindeki usul kaidesi (7) gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir.

Dolayısıyla ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin anlamına gelir. Bu durumda güzel olan diğer fiilleri nedeniyle bu tarz bireylerle münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu bireylerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik ve benzeri direkt olarak dinlerine ait olmayan sıfatları sevilebilir, bunlardan yararlanılabilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler yasaklamanın dışında kalmış olur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu açıklamalarıyla konunun farklı bir boyutuna dikkat çeker: “Zaman-ı Saadet’te, büyük bir dini inkılap meydana geldi. Bütün zihinleri din noktasına çevirdiğinden, bütün dostluk ve düşmanlığı o noktada toplayıp dostluk ve düşmanlık ederlerdi. Onun için gayrimüslimlere olan dostluktan nifak kokusu geliyordu. Lakin, şimdi alemdeki medeni ve dünyevi bir inkılaptır. Bütün zihinleri zapt ve bütün akılları meşgul eden medeniyet noktası, ilerlemeye ve dünyadır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine o kadar bağlı değillerdir. Dolayısıyla onlarla dost olmamız, medeniyet ve ilerlemelerini beğenmekle iktibas etmektir. Ve her dünyevi mutluluğun esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyen Kurani yasağa dahil değildir.” (8)

Ayetleri nazil olduğu zamanın sosyopolitik koşullarına göre anlamaya ve çağımızın sosyal realitesine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Tabii ki Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tarz ayetlerden yola çıkarak Müslüman olmayan herkesi “düşman” ilan etmek, Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olmaya başladığı, İslam’ın maalesef şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamofobi'nin sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Ruhu sevgi ve barış olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olacaktır. Müslümanlarla alakalı doğru olmayan algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yapan bazı odaklara da malzeme verecektir.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların gerisindeki en önemli motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Tüm dünya darulharb ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Yaşama anlam katan, tercihleri kanalize eden neredeyse tek değer dindi.

Tabii ki yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Ama  mü'minlerin içine kapanması ve Müslüman olmayan dış dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Aksine bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Değişik din ve kültürlerden bireylerle iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla irtibata geçmeye hazır olmalıdırlar.

DİPNOT:

(1) Recep DEMİR, BAĞLAMINDAN KOPUK KUR’ÂN OKUMALARININ SERENCAMI, DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 20 SAYI 2 s. 573 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1179744
(2) Ebu Davud, Edeb 19 https://sunnah.com/abudawud:4833
(3) Al-i İmran, 3/113-114 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=3&ayet=113
(4) Mümtehine, 60/8 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=60&ayet=8
(6) Buhari, Edeb 8 https://sunnah.com/bukhari:5979
(7) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s.30 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/30 
(8) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s.31 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/31

19 Ağustos 2021 Perşembe

DİN VE MİTOLOJİNİN "MUHAMMED'İN AKIL HOCALARI VE ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ" VİDEOSU ÜZERİNE



1-Kuranda ancak ehli kitabın bileceği bazı detaylarla ilgili de bilgiler olduğu için, bazıları Kuranı bir ehli kitabın yazdığını iddia etmişlerdir. Nahl 103'te (1) de bu iddianın saçmalığı ispat edilmiştir. Çünkü Kuran Arapçanın eşsiz bir örneğidir. Bunu Arap olmayan birinin yazması mümkün değildir. Zaten Araplar dahil hiçbir insan belagatta bu kadar eşsiz bir eser halen ortaya koyamamıştır. (2)

105. âyette (3) Hz. Peygamber’in öğretisinin onun kendi uydurması olduğunu ileri süren Mekke müşrikleri ve genel olarak tarihin başka döneminde İslâm vahyi için benzer iddiada bulunanlar kastedilerek, yalancılık ve sahtekârlığın ancak böylesi inançsızlara yakışır bir davranış olduğu bildirilmiş; dolayısıyla asıl iftiracı ve yalancıların imandan nasip almamış kimseler olduğu ifade edilmiştir.

2-Videoda ciddi çarpıtmalar var. Mesela Hz Peygamberin dini tebliğ için bazen yanlarına gittiği anlatılan tefsirler, sanki "sık sık gidip, onlardan istifade ederdi" gibi anlatıyormuş gibi yansıtılmaktadır.

3-Selman-ı Farisi Medine'de Hz Peygamber ile tanışmış ve Müslüman olmuş biri olduğu için Mekke'de nazil olan Nahl 103'ün onunla ilgisi olamaz. (4)

4-Sırf fazla isim sayıp iddia doğruymuş gibi algılanabilmesi için Hz Peygamberin biri daha çocukken diğeri de 20li yaşlarda çok kısa zaman dilimlerinde ömründe sadece 2 kez gördüğü Rahip Bahira bile hocası olarak lanse edilmiş. (5) Video ve Turan Dursun'un (6) kitabı ciddiyetten ve bilimsel etikten bu kadar uzak.

5-Yine tefsir kitaplarında sadece Selman-ı Farisi'nin Hendek Savaşında hendek kazma önerisi anlatılırken, ahlaksızca tefsirlerde olmayan eklemeler yapılarak, dini konularda da yardımcı olduğu lanse ediliyor. Oysaki tefsirlerde böyle bir şey yazmıyor.

6-Yine hiçbir delil göstermeden Hz Peygamberin Abdullah bin Selamdan aldığını iddia ettiği kıssaları Kuranın farklı yerlerine dağıttığı iftirası atılıyor.

7-Kur'an, İncil ve Tevrat'ta tahrif edilerek anlatılan olayların doğru şeklini anlatmıştır. Videoda ise yine hiçbir delil göstermeden Hz Peygamberin bazen hata yaparak naklettiği iftirası atılmıştır.

8-Mekke döneminde hocası olduğunu iddia ettikleri kimselerden hür olanların neden kendileri Peygamberlik iddiasında bulunmayıp başkasına yardımcı olduklarının cevabı yoktur. Birbirlerini hayatları boyunca tanımamış insanlar bile el birliğiyle Hz Muhammedi yetiştirmiş gibi lanse ediliyor. Hür olanlar da köleler de Hz Peygamberin peygamberlik iddiasından hiçbir menfaat elde etmemişlerdir.

9-Rahip Bahira durduk yere neden 12 yaşındaki Hz Muhammedin beklenen son peygamber olacağını söylesin ki?

10-Hz Peygamberin amcasının kızıyla evlenmek istediği halde reddedildiği de hiçbir tarihi kaynağa dayanmayan uydurulmuş bir iftiradan ibarettir.

11-Videoda Hılful Fudül ile ilgili anlatılanlardan da açıkça görülüyor ki, Hılful Fudül'de olan haksızlığa ve zulme karşı çıkanlar (7) Müslüman olurken, nerede bir haksızlık ve zulüm yapan zorba, sahtekar ve yalancı tip varsa İslam ortaya çıkınca bunlar Hz Muhammed'e karşı çıkmıştır. Bu bile başlı başına İslam'ın hak din olduğun, karşı çıkanların ise sahtekar yalancılar olduğuna delildir.

12-Haksızlıklara ve zulümlere karşı çıkmak için kurulan Hılful Fudül'ün Hz Muhammedin karakteri üzerinde ciddi etkisi olduğu videoda ifade ediliyor. Gençliğinde bile sahtekarlarla mücadele eden birisinin kırkından sonra sahtekarlık yapmaya başlamayacağı akıl sahiplerinin malumudur.

13-Hz. Hatice'nin kervanlarını emanet etmesi de Hz Muhammedin güvenilir biri olduğuna ayrı bir delildir.

14-Videoda Hz. Hatice'nin kervanda Hz Muhammed'e eşlik etmesi için kölesi Meysere'yi dinleyince Hz. Muhammed'e olan hayranlığının artıp kendisine evlenme teklif ettiği söyleniyor ama Meysere'nin bizzat şahit olup anlattığı olağanüstü olaylar es geçiliyor.

15-Yine bir Türk tarihçinin Hz Muhammedin Varaka bin Nevfel tarafından yetiştirildiği iftirası hiçbir delil sunulmadan öne sürülüyor.

16- Videoda Yemameli Rahmanın isminin Müslim olduğu söyleniyor ama Müslim değil Mesleme'dir. (8)

17-Yine Mesleme ile ilgili bilgilerin imha edildiği uyduruluyor ama kim veya kimler, nerede, ne zaman, nasıl imha etmiş hiçbir bilgi verilmiyor. Madem bu bilgiler imha edildi bu adamla ilgili mevcut bilgiler bize nasıl ulaştığı sorusunun da cevabı yok.

18-Hz. Muhammed Kureyş (9) kabilesine mensup olmasına rağmen videoda Medine'deki iki kabile olan Evs (10) ve Hazrec'in (11) içinden çıktığının iddia edilmesi videoyu hazırlayanların ve yararlandıkları kaynakların cehaletini ortaya seriyor.

37 dakikalık videoda 18 tane yanlış gösterdik. Ortalama iki dakikada bir yanlış bir bilgi verilen bir videoya ancak İslam'ı inkarı dogma haline getirenler inanır.

Aynı site hem tarihte Muhammed diye birinin yaşamadığını (12) hem de Hz Muhammedin hocaları olduğunu iddia ediyor. Demek ki ikisi de yalan ve kimi nerden kandırabilirlerse o kardır diye düşünüyorlar.

Yine Türkçede yancı diye tabir edilen tipler de tarihte Muhammed diye birinin yaşamadığını iddia edenlerin yazılarını/videolarını da beğeniyor, Hz. Muhammed'in hocaları olduğunu iddia eden yazıları/videoları da beğeniyor. Demek ki maalesef İslam'ı inkar etmek bazı insanlarda dogma haline gelmiş ve bu durum fikir namusunu korumalarına engel oluyor.

DİPNOT:

Hz. Muhammed'in yaşamadığı yalanına verilen cevap için bkz. https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2020/12/islam-peygamberi-muhammed-gercekten.html

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...