diktatör etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diktatör etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2021 Cumartesi

ŞERİAT KURALLARININ UYGULANMASI TEOKRASİ MİDİR?

  

Mevzuya girmeden önce şunu hatırlatmakta fayda var:  İslâm’ın kamu hukukuna ve bilhassa devlet yönetimine dair vaz ettiği hükümler temel bir kısım ilke ve prensiplerden öteye geçmemektedir. Hatta bilhassa hicri dördüncü ve beşinci asırlarda “hilafet” ve “imamet” kavramları etrafından ortaya konulan “İslam siyaset teorisi” de büyük oranda içtihatlara dayanmaktadır. O devrin sosyal ve siyasî şartlarının bu içtihatlar üzerindeki etkisi ise tartışılmaz bir gerçektir. Yine tarihteki İslâm devletleri incelendiğinde, bunların siyasî teşkilatlanmaları üzerinde diğer yabancı devlet ve kültürlerin önemli bir etkisinin olduğu da inkâr edilemez.

İşte tüm bunlar göz önüne alındığında İslâm’ın öngördüğü belirli bir siyasal model olduğu söylenemez. Her zaman için değişik siyasal modellerin İslâm’a uygun hâle getirilmesi mümkündür. Bu nedenle “İslâm’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusuna yanıt vererek işe başlamak mevzunun doğru bir şekilde anlaşılmasına önemli katkı sunacaktır.

Örneğin totalitarizmin hiçbir türü İslâm’la uyuşamaz. Bir totaliter rejim türü olan teokrasinin de İslâm tarafından onaylanması mümkün değildir.

Yunanca bir sözcük olan teokrasi (theokratia) Tanrı manasına gelen “teo” sözcüğüyle hükmetme demek olan “kratos” sözcüklerinin birleşimidir. (1) Yani teokrasi, sözcüğün kökeninden de görüleceği gibi yönetimin meşruiyetini Tanrı’dan aldığı, güç ve iktidarın kaynağını Tanrı’ya dayandıran bir yönetim şeklidir. Bu yönüyle o, esasında demokrasi veya monarşi gibi bir yönetim şekli ortaya koymaktan ziyade, devlet otoritesinin nihai kaynağını tespit ve tayin eder.

İslâm’da hiçbir devlet yöneticisinin Allah namına hareket etmesi, kutsallık iddia etmesi ve sorumluluktan kaçması mümkün değildir. Hz. Ebu Bekir, kendisine “Allah’ın halifesi” denilmesine şiddetle itiraz etmiştir, Hz. Ömer ile Ömer b. Abdulaziz'in de aynı şekilde kendilerine "halifetüllah" denilmesine karşı çıktıkları kaydedilmektedir. (2) Şayet daha sonraki devirlerde bazı sultanlar bu ismi kullanmış ve bununla da her türlü icraatlarını meşru göstermeyi hedeflemişlerse, hiç şüphesiz bu İslâmî esaslardan bir sapmanın ifadesidir.

İslâm, din adamları ve idareciler de dahil hiç bireyi bir diğerinden üstün tutmamıştır. İslâm’da hiçbir bireyin, hiçbir grubun ayrıcalığı ve dokunulmazlığı yoktur. Bilakis bütün vatandaşlar kanun önünde eşit oldukları için herkes eylemlerinden ötürü sorgulanır, hesaba çekilir ve suçu tespit edildiğinde de cezalandırılır. İslâm tarihinde, devlet başkanlarının sıradan bir yurttaşla hâkim huzuruna çıktığı ve davayı kaybettiği birçok olayla karşılaşmak mümkündür.

İslâm’da Allah ve Resûlü (s.a.s) dışında hiçbir şahsa ve hiçbir zümreye karşı mutlak itaat yoktur. (3) İtaat, yalnızca meşru ve maruf olan şeylerdedir. (4) Çünkü İslâm’da devlet başkanı da dahil hiçbir yönetici mutlak masum değildir. Onlar da hata yapabilir ve zulme yapabilirler. Emirlerinde kendi çıkarlarını halkın faydasının önüne geçirebilirler. İşte bütün bu durumlarda onlar itaat haklarını da kaybederler.

İtaat etme bir tarafa idarecilerinin hak ve adaletten ayrıldığını gören halkın, buna sessiz kalmaması ve şartlara göre üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi tavsiye edilmiştir. Bu mesuliyet de bazen öğütle, bazen uyarıyla, bazen sivil itaatsizlikle, bazen muhalefet ve direnmeyle yerine getirilir. Zira yöneticiler de Kur’ân’da açıkça emredilen (5) emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesinin kendisine karşı yerine getirilmesi gereken kimseler arasındadır. Hatta Peygamberimiz, zalim sultanın yanında hakkın söylenmesini en büyük cihad saymıştır. (6)

İslâm’a göre yönetim, belirli bir soyun elinde dolaşan kutsal bir hak değildir. Aksine yöneticiler, seçim, şura ve bey’at esaslarına göre belirlenir. Bu yüzden devlet başkanı meşruiyetini Tanrı’dan değil, halktan alır. (7) Tanrı adına değil halk adına, halktan aldığı yetkiyle yönetir. Liyakatini yitirdiği ve hukukun dışına çıktığı durumlarda da halkın ileri gelenlerinden oluşan ehlü’l-hal ve’l-akd heyeti tarafından görevden alınır.

İslâm’da Hıristiyanlıkta olduğu gibi imtiyazlı bir kısım haklara sahip olan ve manevî otoritenin yanında maddi otorite üzerinde de hak iddia eden ne kilise ne de ruhban sınıfı yoktur. Âlimler, sivil insanlardır. Yönetime müdahale edemezler. Diğer yurttaşlar gibi devlette kamusal bir vazife aldıklarında da hak ve sorumlulukları sadece üstlendikleri vazifeyle sınırlı kalır. Onların içtihat yetkisi vardır. Fakat içtihat, sadece müçtehidin kendisini bağlar. Başkalarının bu içtihada göre amel etme mecburiyeti yoktur. (8)

Teokratik rejim, bir tür dikta rejimidir. Dolayısıyla teokrasinin olduğu bir yerde özgürlüklerden söz edilemez. Oysaki peygamberlerin gönderiliş gayelerinden en önemlisi insanları hür ve bağımsız hale getirebilmek; insanın insana köle olmasının önüne geçmektir. Çünkü bireylerin özgür kişiler olarak rahatça irade ve tercihlerini kullanamadığı bir yerde hakiki bir dindarlıktan da söz edilemez. Birey, her çeşit zorbanın esaretinden olmaktan kurtulmalıdır ki Allah’a hakkıyla kul olabilsin. İslâm’a göre bireyin boyun eğeceği tek varlık Allah’tır.

Bir kısım kimselerce şeriatın uygulanmasının özgürlükleri kısıtlayacağı, bazı hak ihlallerine neden olacağı ve dolayısıyla teokrasi doğuracağı ileri sürülmektedir. Ne var ki bu doğru değildir. Çünkü en başta ifade ettiğimiz üzere İslâm’ın kamu hukukuyla ilgili ortaya koyduğu hükümler oldukça sınırlıdır ve bunlar da genel itibarıyla evrensel ve insanî prensiplerdir. Bu konudaki detay hükümler ise içtihada bırakılmıştır. Yine ceza hukukuyla ilgili İslam'ın ortaya koyduğu ilkeler de evrensel ve insanî prensiplerdir. (9)

Ayrıca şeriat kuralları sadece Müslümanlara uygulanır. Gayrimüslim vatandaşlar kendi inanç ve hukuklarına göre yaşar ve bunlara göre yargılanırlar. Aynı şekilde İslâm devletlerinde azınlıklara din ve vicdan hürriyeti tanındığı da tarihî bir gerçektir. (10) Müslümanlara şeriat kurallarının uygulanmasının sebebi de devletin ve yöneticilerin bu yöndeki talep veya baskıları değil, bilakis Müslümanların inandıkları dine göre yaşama istikametindeki talep ve istekleridir. Müslüman olmak ise tamamen bireylerin hür tercihlerine bırakılmıştır. (11) Dine girme mevzusunda kilisenin yaptığı gibi bir zorlama asla söz konusu olamaz. Çünkü istemediği halde dine girmeye zorlanan bir kimse Müslüman değil münafık olur.

Sonuç olarak teokrasi, hiçbir şekilde şeriat ile uyumlu bir rejim değildir. Din, bir baskı aracına dönüştüğü takdirde, bundan öncelikle ve en fazla zarar görecek yine dinin kendisi olacaktır. Buradan hareketle ele geçirdikleri devlet aygıtıyla halkı tepeden inme dindarlaştırmayı hedefleyen siyasal İslamcıların da nasıl bir yanlış içinde oldukları görülebilir. Şeriat iddiasında olan bir takım ülkeler, yönetim şekilleri itibarıyla ne kadar teokrasiye yaklaşırlarsa, o kadar İslâm’dan uzaklaşmış olacaklardır.

DİPNOT:

(1) Selim KARAKAŞ, Orhun Abideleri’nde Teokrasi Problemi ve Yabancı Dinlerin Türk Bozkır İdari Anlayışına Etkileri, Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 1, Sayı 1 Güz 2016 s. 162 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/265182
(2) Dr. Hüseyin ÇELİKER, İSLÂM HUKUKU’NDA DEVLET BAŞKANLIĞI s. 253-254 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/188488
(3) Hikmet ADEM, YENİ FİKİR DERGİSİ YIL: 7 SAYI: 17 s. 79 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1721388
(4) Buharî, Ahkâm 4 https://sunnah.com/bukhari:7145
(6) Tirmizi, Fiten 13 https://sunnah.com/tirmidhi:2174
(7) İmâmeti hem cismanî hem ruhanî yetkiler bakımından nübüvvetin devamı gibi gören ve imamın günahsız (mâsum) olması gerektiğini savunan -Zeydiyye dışındaki- Şîa’ya göre ise devlet başkanı meşruiyetini ilâhî iradeyle (nas) belirlenmiş olmasından alır (bk. BİATDEVLETHİLÂFETİMÂMETİTAAT). https://islamansiklopedisi.org.tr/mesru
(11) Faruk ERMEMİŞ, Kur'an-ı Kerim'in Düşünce ve İnanç Özgürlüğüne Yönelik Emirleri ve Hz. Muhammed'in Uygulamaları, DÜZCE ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: II, Sayı: 1, 2018 s. 24 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/460842

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Hitler Nasıl Diktatör Oldu?

 

Hitler'in, Alman halkı içindeki politik ayrılıkları ortadan kaldıracak ve onları bir iç ve dış düşmana karşı bir araya getirecek bir düşman olgusuna ihtiyacı vardı. Yahudiler Goebbels tarafından bu iş için kullanıldı. Bir rejim diskuru yaratıldı. Bu diskur, yedi yirmi dört radyo ve yazılı basın kanallarıyla halka pompalandı. Antisemitizm istenilen seviyeye geldiğinde, artık Almanlar her şeye yeni rejimin diskuru perdesinden bakıyordu. Hitler, diskur mimarisini tartışmasız rejimin en önemli güç aracı olarak kullandı. Almanya’nın tüm sorunlarını bu “öteki” imajıyla “izah etti” ve halk bunu hararetle benimsedi. Böylelikle “Yahudilerin” devletten ve toplumdan “temizlenmesi” süreci başladı. Statüleri değiştirildi. Kriminalize edildiler. Sippenhaft (aile boyu suç) konsepti çerçevesinde toplumdan tecrit edildiler. Okul çocuklarına kadar Yahudilerin “kötü olduğu” algısı Alman toplumuna yerleştirildi. Mal ve mülklerine el kondu. İşlerini kaybettiler. Bir kısmı ülkeden kaçabilmeyi başardı. Büyük kısmı ise toplama kamplarına gönderildi.

27 Şubat 1933 günü Alman meclisi Reichstag binasına yapılan kundaklama, Hitler'in muhaliflerin üzerinde baskı kurmasının ve geniş çaplı tasfiyeler yapabilmesinin önünü açtı. Rejimi pekiştirdi ve rejimin otoriterlik seviyesinde bir dönüm noktası oldu. Rejim, yürürlükteki Weimar Anayasasının ilgili maddelerini işletilerek olağanüstü hal ilan etti ve Hitler böylelikle parlamentoyu baypas edebilecek olanağa kavuştu. Böylece 1933 yılı itibarıyla zaten sınırlı olan Almanya demokrasisi tümüyle rafa kaldırıldı. Kanun hükmünde kararnameler ilan edilerek basın özgürlüğü ve bireysel hak ve hürriyetler büyük oranda askıya alındı. Bir korku imparatorluğu inşa edildi. İçişleri bakanı Herman Göring bu dönemde birçok faili meçhul cinayet ve suikastı gizli servisle beraber planladı, onlarca muhalif kaçırıldı ve işkenceden geçirildi. Yüzlerce basın mensubu, akademisyen ve muhalif fabrikasyon gerekçeler üretilerek hapse atıldı veya toplama kamplarına gönderildi. İşin ilginci, Naziler Reichstag’ı kendilerinin kundakladığını gizlediler. Suçu Komünistlere yıkabilmek için kundaklamayı Hollandalı bir aktivistin yaptığını, bunun bir organize kalkışma olduğunu ileri sürdüler. Bu yolla tüm faşizan takibat ve zulüm politikalarını aklamış oldular. Alman halkı Nazilere inandı. Bu planlamalar, içişleri, istihbarat ve propaganda birimlerinin titiz çalışması sonucu üretildi ve uygulandı. Tek hedef zulüm rejimini halk nezdinde meşrulaştırmak ve rejimin iktidarını konsolide etmekti. Başardılar. Almanya’yı tümüyle karanlığa gömecek bir rejim böylelikle kontrolü tam anlamıyla sağladı.

Naziler Reichstag yangınının ardından yaklaşık 4,000 (dört bin) insanı tutukladı ve işkenceden geçirdi. Çoğu tutuklu neden tutuklandığını bile öğrenemeden yıllarca hapiste kaldı. Gözü korkan basın hiçbir eleştirel bakışta bulunmadan Nazi diskurunu kabullendi. Alman akademisi bu ağır hak ihlallerine ses çıkartmadı. Zaten bu dönem akademiden muhalifler, başta Yahudi kökenli bilim insanları olmak üzere, uzaklaştırıldı. Çoğu yurtdışına kaçtı. Kaçtıkları ve sığındıkları ülkelerden biri de, kadere bakın, Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Kontrollü Reichstag yangınından itibaren üç yıl kadar bir süre içinde Nazi rejimini eleştiren hiçbir muhalefet partisi veya siyasi hareketi kalmadı. Tüm eleştirel düşünen ve anayasal Weimar devletinin anayasal düzeninin yeniden tesis edilmesini savunan aydınlar takibata uğradı ve ya ülkeden kaçmak zorunda bırakıldı veya hapse ya da toplama kamplarına yollandı. Aynı şekilde bu insanların aile bireyleri de Sippenhaft anlayış çerçevesinde (kolektif suç ilkesi gereği) kriminalize edildi. Böylelikle yeni rejim, Hitler liderliğinde tek bir parti olana kadar dönüştü ve sonunda totaliter ırkçı faşist bir ölüm makinesi halini aldı.

Bu tarihten bugün ne öğreniyoruz? Propaganda ve algı çalışmaları ile istihbarat eş güdümü sayesinde topluma istenilen algının pekâlâ kabul ettirebildiği, böylelikle rejimlerin kendi işlerine gelen “gerçekliği” yaratabildikleri! Reichstag yangınından da bu tür kirli rejimlerin istedikleri ortama bahane olacak fabrikasyon gerekçeleri nasıl ürettiklerini öğrenmiyor muyuz? Bu noktaya gelen ve diktatörleşmeye evrilmeye çalışılan rejimlerin önünde olan olasılık, bu aşamadan sonra, geniş çaplı bir “ölüm-kalım savaşı” senaryosuyla, efsunlanmış halkı daha da rejime sadık ve dünyadan-gerçekten kopuk bir halka dönüştürmektir!

Keşke Hitler’e engel olunabilseydi, keşke Nazilere karşı Almanlar direnebilseydi! Keşke bir anda ortadan kaybolan veya gözlerinin önünde tutuklanan komşulara vaktinde sahip çıkılabilse, yapılan utanç kaynağı rezil suçlar engellenebilseydi. Keşke, keşke, keşke! Bunları kitaplardan okurken, filmlerini izlerken, müzeleri gezerken düşünüyoruz! Peki, dünyanın dört bir yanındaki insanlar neden kendi ülkeleri, toplumu ve devleti söz konusu olduğunda, tarihten öğrendiğimiz dersin vermesi gerekli olan bilgeliği devreye sokamıyor? Toplumlar istemeden liderler onları felakete sürükleyemez! Ve bedeli her zaman toplumlar öder.

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...