9 Kasım 2022 Çarşamba
“DARU’L HARB” “DARU’L İSLAM” KAVRAMLARI ÜZERİNE
3 Kasım 2022 Perşembe
ASR-I SAADET VE SONRASINDA SAVAŞ
Fetih ve cihat mefhumları, devr-i risalette şu içerikteydi:
Cihad, kimi zaman Müslümanların saldırıya maruz kalmaları ya da saldırıya uğrayacakları hakkında ciddî istihbarî bilgiler edinmeleri durumunda mevcut tehdidi ortadan kaldırmak, haysiyet ve itibarlarını korumak için kabule mecbur bırakıldıkları bir savaş biçiminde de görülebilir. Hz. Peygamberin bizzat komuta ettiği yahut ashabdan bazılarını kumandan tayin ettiği savaşların ve askeri harekâtın sayısı altmıştan fazladır. Bunların hiçbiri saldırı savaşı değildir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Hz. Peygamber, hiçbir müşrik topluluğa sırf müşrik oldukları için saldırmamıştır. Girdiği tüm harpler ya başlamış bir saldırıya karşı savunma ya da bir saldırı hazırlığını başlangıç aşamasında sonuçsuz bırakmak amacına yöneliktir. Müminleri cihada teşvik eden âyetler de esasen kaçınılması mümkün olmadığı için başlamış bir savaşla ilgili olarak nazil olmuşlardır. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet’e göre uluslararası ilişkilerde esas olan sulhtur. Savaş, istisnaî bir durumdur. (1)
Özellikle Hz. Ömer devrinde Arap yarımadasında Müslümanların varlığını hedef alan bir düşman topluluğu kalmamıştı. Ama kabile ve aşiretlerden gelmesi muhtemel tehlikeler yerini devletlere bırakmıştı. Ve kapıda daha büyük tehditler belirmişti: Bizans ve Sasani (bugünkü İran).
Araplar içerisinde olası bir Bizans yahut Sasani saldırısı beklentisi sürekli olarak vardı. Dolayısıyla mücadelenin sınırlarının genişlemesi kaçınılmazdı ve İslam toplumu gelişip güçlenmek mecburiyetindeydi. Bu nedenle önündeki güç odaklarına karşı tedbir almaya mecburdu. Yine bu husus, fetihlerin arka planındaki önemli muharriklerinden birisi olarak da yorumlanabilir.
Müminler bir yandan tebliğ vazifesini yerine getirirken bir yandan da hem kendilerine hem de kendileriyle anlaşma yapan insanlara karşı başlatılan düşmanlıkla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bilhassa kendileriyle anlaşma yapan yahut İslam’ı kabul ettiği için baskı, zulüm, şiddet ve fiili saldırı gören korumasız insanlara yardım etmek gayesiyle mücadele ettiler. Dolayısıyla onları savaştıkları için eleştirmek pek mantıklı bir yaklaşım değildir.
O devirlerde barış içinde komşuluklar nadirdi. Tüm coğrafyalarda sürekli devam eden savaşlar ve devamlı değişen haritalar söz konusuydu. Barış istisna, savaş bir yaşam tarzıydı. Böyle bir sosyolojide bir devletin sınırlarını kapayıp kendi halinde barış içinde kalabilme imkanı yoktu. Dolayısıyla ya siz bir yerleri ele geçirerek barış tesis edeceksiniz yahut birileri gelip sizi ezip geçecekti.
O çağlarda devlet yöneticileri tebaalarına din özgürlüğü vermiyordu.
Halk kralın dininde olmak zorundaydı.
Geçerli ilke şuydu: Jus regio, ejus religio (Kimin toprağıysa, onun dini).
Buruc suresinde işaret buyurulan mezâlimin gerekçesi budur:
Himyeri Devleti'nin son hükümdarı olan ZûNüvâs, 523’te işgal ettiği Necran’da Hıristiyan halkı Yahudiliğe girmeye zorlamış, kabul etmeyenleri kadın, çocuk ve din adamı ayrımı yapmaksızın ateş dolu hendeklere doldurarak yaktırmıştır. Bu şekilde katledilen Hıristiyan sayısı İslami kaynaklarda 20 bin olarak kaydedilmektedir. (2)
Bizans İmparatoru Jüstinyen 532 yılında işte bu ‘tek devlet, tek kanun, tek din’ kaidesine muhalefet eden Heretik 30.000 ile 40.000 insanı Hipodrom’a doldurup acımasızca katletmişti. Ardından Ariyanlar’ın kiliselerini yıktırmış, diğer yaygın bir mezhep olan Manikaenler’i toptan katlettirmişti. (3)
Allah Rasulü’nün (sas) Bizans Kralı Herakliyus’a (575-641) yazdığı İslam’a davet mektubunda “İslam’ı kabul etmekten kaçınması halinde halkının günahını da üstleneceği” şeklindeki uyarısının altında yatan sebep de muhtemelen buydu. Halk kralın dininde olmak zorundaydı.
Halkın kralın dininden olduğu bir dünyada doğal olarak din özgürlüğü yoktu. Bu durumu değiştirmek o günün fetihleri için önemli bir saikti. Ulaştığı coğrafyada dini özgürlüğü ve ekonomik hürriyet tesis eden Müslümanlık bir cazibe merkezi oluyordu.
Müminler İran ve Roma'nın eskiden yönettiği yerlere girdiklerinde ilk karşılaştıkları şey, yüzyıllardır devam eden katı bir feodal düzendi. Hükümdara bağlı soylu sınıfların mülk ve tasarrufunda olan topraklarla beraber toprağın üstünde hayatını devam ettiren ve onu sahibi adına işlemekle yükümlü olan köylü aileler ve çiftçiler de soyluların özel mülküydü.
Bizans imparatorluğunun izlediği Ortodoks ve Rumlaştırma siyaseti ve imparator Herakliyus’un bütün akideleri Monotheisme adı ile yeni bir mezhep içerisinde birleştirme teşebbüsü bütün Yakın-şark Hıristiyanlarının Müslüman ordularını bir nevi kurtarıcı olarak karşılamalarına, Mısır ve Suriye’nin kolayca ele geçirilmesine imkân verdi. (4)
Edmund Weber’e göre, tarihte doğuda ve İran’da İslam'ın rahatça yayılmasını sağlayan önemli faktör, egemen din ve mezheplerin (Hıristiyanlık ve Zerdüştlük) diğerlerini hayat hakkı olmayan kafirler olarak görmeleriydi ve bu halklar Müslümanları kurtarıcılar olarak gördüler.
Müminlerin hakim oldukları topraklarda üç sorumlulukları vardı:
İlki, i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ı anlatma).
İkincisi, bulundukları yerlerde din ve vicdan özgürlüğünü tesis etmek.
Üçüncüsü ise şayet bir başka coğrafyada insanlar zulüm görüyorlarsa veya dini tercih özgürlüğü içinde değil iseler buna fiili müdahale. Müslüman, bir maddi zulme engel olmak zorunda olduğu gibi mazlum insanların din hürriyetini de sağlamak zorunda idi. (5)
Bizans ve Sasanilerin idaresindeki topraklarda din ve vicdan özgürlüğü olmadığı, halk kralın mezhebini kabul etmek zorunda olduğu ve köylü derebeylerin şiddetli tazyikleri ve sömürüsü altında ezildiği için Hz. Ebu Bekir devrinde Müslüman askerler neredeyse ellerini kollarını sallayarak Şam’a dek varmışlardı. İslami fetihleri kolaylaştıran iki önemli sebepten biri fethedilen topraklarda derebeyliğin (feodalite) kaldırılıp artık köylüden fey ödeme yükümlülüğüyle yetinilmesi, diğeri de herkesin dininde veya mezhebinde özgür bırakılmasıdır.
GANİMET AMACIYLA YAPILAN HARPLERİ DURDURAN HALİFE
Yönetimindeki gayrimüslimlerin hidayete ermesi için büyük gayret sarf etti, davet mektupları ve tebliğ heyetleri göndererek onları İslâm’a çağırdı. Berberî kabilelerinin hepsi O'nun gayretleriyle Müslüman oldu. Horasan ve Mısır halkı kitleler halinde İslâm’a girdi. Mâverâünnehir’de bazı yöresel hükümdarlar halklarıyla birlikte İslâmiyet’i kabul ettiler. Hindistan krallarından birkaçı onun davetine uyup halklarıyla birlikte Müslüman oldular. (6)
Ömer bin Abdülaziz, 2,5 senelik halifeliğinden sonra 37 yaşında şehit edildiğinde geride bu muhteşem mirası bırakmıştı.
İSLAM KILIÇ ZORUYLA MI YAYILDI?
İSLAM TEBLİĞLE YAYILIRKEN AVRUPA NASILDI?
Müslümanlar Avrupa ile fazla alakadar olmadılar. Ne Avrupa’nın lisanlarını öğrenmek ne de bu ülkeleri gezmek istediler. Avrupa’da Müslümanlara hiçbir şey veremeyecek, daha düşük bir uygarlık bulunduğunu düşünüyorlardı. (29)
AVRUPA İÇİN KARANLIK OLAN ÇAĞDA MÜSLÜMANLAR NASILDI?
Hayyim J. Cohen, bir makalesinde daha ilk sayfada Müslüman alimlerin Hristiyanlardan farklılığını şöyle belirtiyor:
DİPNOT:
Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet
Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz: “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...
-
Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz: “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...
-
1- Uçurtma Avcısı 2- Hür Adam 3- Reis Bey 4- Çağrı 5- Bourne Serisi 6- Devlet Düşmanı 7- Son Kale 8- Esaretin Bedeli 9- Ömer Muhtar 10- Hz. ...
-
Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu yüzden ayetler, b...