30 Ağustos 2021 Pazartesi

AYETLER IŞIĞINDA MÜSLÜMAN OLMAYANLARLA DOSTLUK

  


Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu yüzden ayetler, bağlam bütünlüğü içinde anlamlandırılmalı ve parçacı yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden bağlamından koparılarak alınan bir ayetle isabetli bir hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir. (1)

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği derin mana tabakaları vardır. Yüzeysel bakışların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması lazım gelen şey, ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça gramer kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Yine âyetlerin, dinin genel hedefleri ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Veli Kelimesinin Manası

Birçok ayette Müslüman olmayanların veli edinilmesi yasaklanmıştır. Ne yazık ki birçok mealde bu sözcük “dost” olarak çevrildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Oysaki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu anlamlardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu sözcüğü “tefviz-i umurda bulunma” olarak izah etmiştir ki bu oldukça ehemmiyetlidir. Bunun anlamı işlerini bir başkasına bırakma, tamamıyla ona itimat etme, onu koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Yani burada yasaklanan mevzu alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Yine veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık münasebetlerini sürdürmeye de mani değildir. Aksine burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına ifşa etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Özetle mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir.

Yine diğer ayetlerde tercih buyurulan “bitane” ve “velîce” sözcükleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden sözcüklerdir. Bu sözcükler kalpten bağlılığı, aradan su sızmayacak derecede aşırı yakınlığı ifade eder. Üstelik bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tarz durumlardaysa başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Peygamberimizin şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (2)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” ifadesinin bulunması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” beyan buyurulması ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. 

Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Ayrıca bir kısım ayetlerde dost edinilmemesi lazım gelen bireyler olarak mutlak anlamda Ehl-i Kitap ve kafirler beyan buyurulmuş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani tüm zamanlarda ve coğrafyalarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Dolayısıyla Müslüman olmayanların tamamını aynı kefeye koyup hepsine aynı şekilde davranmak yanlış olur. Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. (3) ayetleri de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

Bu durumda ayetlerde dost edinilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları ayrıntılı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak mü’minleri aldatmaları, mü’minlerlere zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, mü’minleri dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Zaten şu âyet de bu gibi olumsuz sıfatlara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi lazım geldiğini açıkça beyan buyurmaktadır: Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever. (4)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (5) bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını göstermektedir. Çünkü pek tabiidir ki bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Zaten Peygamberimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de ağırlamış, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Peygamberimizin Yahudi ve müşriklerle birlikte yaşamak için imzaladığı Medine Sözleşmesi, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Peygamberimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle salt küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Örneğin bir keresinde Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Peygamberimize onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (6)

Yasağın İllet ve Sebebi

Diğer taraftan,  Hüküm, müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikākı, illet-i hüküm gösterir. (Eğer dinî bir hüküm, türemiş bir sözcük üzerine bina edilirse o sözcüğün türediği kök, hükmün illetine işaret eder).” şeklindeki usul kaidesi (7) gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir.

Dolayısıyla ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin anlamına gelir. Bu durumda güzel olan diğer fiilleri nedeniyle bu tarz bireylerle münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu bireylerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik ve benzeri direkt olarak dinlerine ait olmayan sıfatları sevilebilir, bunlardan yararlanılabilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler yasaklamanın dışında kalmış olur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu açıklamalarıyla konunun farklı bir boyutuna dikkat çeker: “Zaman-ı Saadet’te, büyük bir dini inkılap meydana geldi. Bütün zihinleri din noktasına çevirdiğinden, bütün dostluk ve düşmanlığı o noktada toplayıp dostluk ve düşmanlık ederlerdi. Onun için gayrimüslimlere olan dostluktan nifak kokusu geliyordu. Lakin, şimdi alemdeki medeni ve dünyevi bir inkılaptır. Bütün zihinleri zapt ve bütün akılları meşgul eden medeniyet noktası, ilerlemeye ve dünyadır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine o kadar bağlı değillerdir. Dolayısıyla onlarla dost olmamız, medeniyet ve ilerlemelerini beğenmekle iktibas etmektir. Ve her dünyevi mutluluğun esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyen Kurani yasağa dahil değildir.” (8)

Ayetleri nazil olduğu zamanın sosyopolitik koşullarına göre anlamaya ve çağımızın sosyal realitesine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Tabii ki Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tarz ayetlerden yola çıkarak Müslüman olmayan herkesi “düşman” ilan etmek, Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olmaya başladığı, İslam’ın maalesef şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamofobi'nin sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Ruhu sevgi ve barış olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olacaktır. Müslümanlarla alakalı doğru olmayan algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yapan bazı odaklara da malzeme verecektir.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların gerisindeki en önemli motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Tüm dünya darulharb ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Yaşama anlam katan, tercihleri kanalize eden neredeyse tek değer dindi.

Tabii ki yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Ama  mü'minlerin içine kapanması ve Müslüman olmayan dış dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Aksine bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Değişik din ve kültürlerden bireylerle iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla irtibata geçmeye hazır olmalıdırlar.

DİPNOT:

(1) Recep DEMİR, BAĞLAMINDAN KOPUK KUR’ÂN OKUMALARININ SERENCAMI, DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 20 SAYI 2 s. 573 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1179744
(2) Ebu Davud, Edeb 19 https://sunnah.com/abudawud:4833
(3) Al-i İmran, 3/113-114 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=3&ayet=113
(4) Mümtehine, 60/8 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=60&ayet=8
(6) Buhari, Edeb 8 https://sunnah.com/bukhari:5979
(7) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s.30 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/30 
(8) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s.31 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/31

27 Ağustos 2021 Cuma

KURBAN VAHŞET MİDİR?

 

Başlıktaki soruyu doğru cevaplayabilmek için önce kurban ve vahşetin ne olduğuna bakalım:

Kurban, ibadet maksadıyla İslami usullere uygun olarak hayvanın boğazlanmasıdır.

Vahşetin ise, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre birinci anlamı yabani, vahşi olma durumudur. (1) Vahşi yaşamda ne ibadet maksadıyla ne de ibadet maksadı olmaksızın İslami usullere uygun bir hayvan boğazlama fiiline rastlanmaz. Zaten vahşi yaşamda görülen hayvan öldürme şekilleri ile öldürülen hayvanlar İslami usule aykırı öldürüldükleri için bu şekilde öldürülen hayvanın eti de yenilmez. Demek ki vahşetin birinci anlamına göre kurbanın vahşet olduğu iddia edilemez.

Vahşetin Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ikinci anlamı korku, ürküntü demektir. (1) İslami olarak hayvan, kesim yerine incitilmeden götürülür. Yine İslam'a göre kurbanı kesen kimse hayvana eziyet vermemeye dikkat etmeli, bıçağı hayvana göstermemeli ve keskin bıçak kullanmalıdır ve kesim işlemi tamamlandıktan sonra çevre temizliğinin iyice yapılması, hayvanın artan parçalarının toprağa derince gömülmesi, mümkün olduğu ölçüde dışarıda hiçbir parçasının bırakılmaması gerekir. (2) Görüldüğü üzere ne insana ne de hayvana bakan yönüyle kurban kesiminde korku öğesi bulunmamaktadır. Ama yine de kendisini kan tutması vs gibi özel halleri bulunan insanların da zaten kesime şahit olması şart değildir.

Vahşetin Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre üçüncü ve son anlamı ise ıssızlık, yalnızlıktır. (1) Kurbanın bu anlam ile de alakası olmadığı açıktır.

Bazen kurban bayramında çok sayıda hayvan kesilmesi eleştiri konusu yapılmaktadır. Oysaki Kurban bayramı öncesi ve sonrasında bir müddet dışarıdan et alımının azaldığını düşünürsek totalde kesilen hayvan sayısının kurban bayramı olmasa da pek değişmeyeceği ortaya çıkar. Kurban bayramı sayesinde bari fakirlerin evine et girmiş oluyor. Dolayısıyla İslam'ı kurban bayramından dolayı eleştirmek hiç mantıklı değil.

Hayvanların ölmesi eleştiri konusu yapılıyorsa eleştiren kişi et yiyen biriyse kendi keyfi için kesilen hayvanı afiyetle yerken, insanların bir kısmını da fakirlere dağıttığı et için hayvan kesilmesine sırf ibadet olduğu için karşı çıkması ve eleştirmesi hiç etik değildir.


Eğer et yemiyorsa en azından mutlaka ot yiyordur. Maddeci bakışa göre hayvanla bitki arasında hiçbir fark yoktur. Ha biri öldürülmüş ha diğeri fark etmez. (3) Maddeci olmayan bakışa göre ise hayvanlar ve bitkiler insan bedenine girerek insanlaşmakta ve daha üst varlık mertebesine ulaşmaktadırlar ve bunun da vahşetle alakası yoktur.

Eğer hayvanların acı çekmesi eleştiri konusu yapılıyorsa mevcut bilimsel verilere göre en az acı, İslami usul kesim (2) olan boğazın iki tarafındaki şah damarları, yem ve yemek borusundan en az üçü kesilmesi ve hayvanın kanının iyice akmasını temin için bir süre beklenmesi şeklindeki kesimde görülür.

Hannover Üniversitesi (Almanya) Veteriner Fakültesi’nde Profesör Wilhelm Schulze başkanlığında bir heyet tarafından, koyun ve sığırların piston tabancasıyla bayıltılarak ve bayıltılmadan kesilmesi esnasında oluşacak ağrının EEG (elektroensefalograf) ile kalpteki değişimlerinde ECG (elektrokardiyogram) ile ölçümüne dayalı bilimsel bir araştırma gerçekleştirilmiştir. Araştırmada beynin üstündeki kafatası yüzeyine elektrotlar yerleştirilmiştir. Bazı hayvanlar, keskin bir bıçakla hızlı bir şekilde boğaz bölgesinden yemek borusu, soluk borusu, jugular ve karatoid arterler de dâhil omuriliğe kadar kesilmiştir. Neticede bayıltmadan bıçakla kesimin daha az ağrılı olduğu tespit edilmiştir. Diğer hayvanlar ise, bayıltmayı müteakip kesilmiştir. Bayıltmadan kesim işlemini müteakip ilk üç saniye içerisinde EEG kayıtlarına göre bir değişikliğin olmadığı, yani hayvanın hissedilebilir bir ağrı çekmediği, bunu takip eden üç saniye içerisinde ise, EEG kayıtlarından, vücuttan fazla miktarda kanın dışarı akması ve beyindeki hayatî damarlara giden kan miktarının azalmasına bağlı şokun ve duyu kaybının hâkim olduğu izlenmiştir. Kesim işlemini müteakip altı saniye sonra ise, EEG’nin sıfır seviyesine indiği, yani hayvanın hiç ağrı çekmediği tespit edilmiştir. Tabanca ile bayıltma işleminde hayvanlar net bir hissizlik ve hareketsizlik sergilerken, EEG kayıtlarından bayıltmayı müteakip süratli bir şekilde şiddetli bir ağrının varlığı tespit edilmiştir. (4)

Diğer kesim yöntemlerini kısaca incelersek:

Elektrikle Bayıltma (Elektro-şok)

Bu metodun uygulandığı hayvanların çeşitli bölgelerinde kanamalar gözlenebilmekte ve bu da etin kalitesini düşürmekte, yükselen kan basıncıyla birlikte kesim sırasında bazı damarlar yırtılarak kan doku içerisine yayılabilmekte, kalça ve kürek kemiklerinde kırıklar görülebilmekte ve akımın yüksek olmasına göre verilen elektrik kalbin durmasına ve ölüme sebep olabilmektedir. (5)

Tabancayla Bayıltma

Bu yöntemde tabancanın ucundaki 15 cm uzunluğunda demir bir çubuk aniden hayvanın alnından içeriye girip beyin dokusunu tahrip eder ve bu nedenle hayvan geri dönüşümsüz olarak bayılır. Hayvan, boğazı kesilse de kesilmese de ölüme doğru giden bir şok durumuna girmiştir.

Yapılan araştırmalarda, bu yöntemin kanamalara neden olduğu, adrenalin miktarını artırdığı, ette kalite bozukluklarına rastlandığı ve Deli Dana Hastalığının hayvanlardan insanlara bulaşmasında etkili olabileceği ifade edilmiştir. (6) Hatta İngiltere'de bu metod Deli Dana Hastalığı riski sebebiyle 2001 yılının Ocak ayında yasaklanmıştır. (7)

Gazla Bayıltma

Karbondioksit gazı ile bayıltma yöntemi de oldukça masraflı ve hayvanların gaza dayanıklılıklarının farklı oluşu sebebiyle tercih edilen bir yöntem değildir. Hayvanların bayıltma tünellerine alınmaları sırasında ve CO2 oranı yüksek havayı solumaları anında kateşölaminlerin kana salınmasını arttırması sonucu strese girmeleri de önemli bir dezavantaj olarak belirtilmiştir. (6)

Alına tokmak (balyoz) ile vurmak sureti ile bayıltma

Bu metotta hayvanın alnına bir tokmakla vurulmakta ve hayvan bayıltıldıktan sonra boğazlanarak boyun damarları kesilmektedir. Genelde alında bir kırık oluşmaz. Ancak beyinde geniş kanamalara rastlanılmaktadır. Bahse konu metotla bayıltmada bilinç kaybı çok kısa sürdüğünden 12 saniye içinde hayvan boğazlanmalıdır. Eskiden Avrupa’da kullanılan söz konusu yöntem, bazı hayvanların kafatasları kalın olması hasebiyle veya yanlış bir uygulamada kafatasının sadece kırılmasından dolayı bayıltma gerçekleşmediği için hayvanın çok büyük acılar çekmesi sebebiyle günümüzde pek tercih edilmemekte birlikte Amerika’daki bazı mezbahalarda hala kullanılmaktadır. (6)

Sonuç olarak, İslâmi usul kesim, hem kanın daha hızlı ve daha çok boşalması hem de hayvanın en az acı çekmesi yönünden en başarılı yöntemdir ve kurban kesinlikle bir vahşet değildir.

DİPNOT:

(4) Prof. Dr. Adnan KOŞUM, HAYVAN REFAHI BAĞLAMINDA FIKIHTA HAYVAN KESİMİ, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30, 2017, s. 454 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2017_30/2017_30_KOSUMA.pdf
(5) Prof. Dr. Adnan KOŞUM, HAYVAN REFAHI BAĞLAMINDA FIKIHTA HAYVAN KESİMİ, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30, 2017, s. 450 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2017_30/2017_30_KOSUMA.pdf
(6) Prof. Dr. Adnan KOŞUM, HAYVAN REFAHI BAĞLAMINDA FIKIHTA HAYVAN KESİMİ, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30, 2017, s. 448-449 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2017_30/2017_30_KOSUMA.pdf

24 Ağustos 2021 Salı

İSLAM CEZA HUKUKUNUN TEMEL İLKELERİ ÜZERİNE

  

İslam ceza hukuku mevzusunda zikredilen ilke ve prensiplerin önemli bir kısmı doğrudan ayet ve hadislerden çıkarılmış, bir kısmına ise bu konuda ortaya konulan hüküm ve içtihatların istikra (tümevarım) yöntemiyle gözden geçirilmesi neticesinde ulaşılmıştır.

  1. Beraet-i Zimmetin Asıl Olması (Masumiyet Karinesi)

Bu ilke özetle dinî konularda günahsızlığın, hukukî konularda borçsuzluğun, cezaî konularda ise suçsuzluğun asıl olmasını ifade eder. Bu sebeple adil bir yargılama neticesinde kesin delillerle ispat edilemediği sürece, hiç kimsenin suçlu olduğuna karar verilemez. Asıl ve kesin olan, bir bireyin suçsuzluğu olduğuna göre, bunun aksine bir hüküm verilebilmesi için ortada kesinlik ifade eden bir delilin bulunması gerekir. Çünkü “Şek ile yakîn zail olmaz.” Diğer bir deyişle “Yakîn ile sabit olan ancak yakîn ile ortadan kalkar.” (1)

İslam hukuku, şüphe ve iddialarla bireylere ceza verilmesini yasaklar. Üstelik suçsuzluk esas olduğuna göre, hiç kimse bunu ispat etmek zorunda değildir. Eğer ortada bir suç isnadı varsa, ispat da davacıya düşer. Suçun ispatlanamamış olması, masumiyet için yeterlidir. Mahkeme, suç işlediği ispatlanmadığı sürece hiç kimseye ceza veremeyeceği gibi, halk arasında da şüphe ve ithamlar sebebiyle bir insana suçlu muamelesi yapılamaz.

Bir birey, suç işlediğine dair güçlü şüpheler nedeniyle mahkemeye sevk edilse bile, mahkeme süreci tamamlanıp hüküm giymedikçe masumiyet karinesinin koruması altındadır. Hatta şüpheli, hakikaten suç işlemiş bile olsa, bu ispat edilmedikçe suçluluğuna hükmedilemez. Çünkü hukuk, objektif kanıtlara göre hareket etmek ve hükümlerini de deliller üzerine bina etmek zorundadır. Aksi halde suiistimallerin önüne geçilemez.

Bu kaide aynı zamanda devlet adamlarının ve yargı mensuplarının, vatandaşları potansiyel birer suçlu gibi görmelerinin, onlara önyargıyla yaklaşmalarının ve onlar hakkında suizan beslemelerinin de doğru olmadığına işaret eder. Çünkü bu tür duygu ve düşünceler, peşinden özel hayatın denetlenmesini, fişlemeleri, suiistimalleri ve keyfi uygulamaları da getirir; kısıtlamalara, baskılara, hak ihlallerine ve zulümlere sebep olur.

Masumiyet karinesi İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde, “Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün tertibatın sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu tespit edilmedikçe masum sayılır.” şeklinde ifade edilmiştir. (2) Anayasamızda ise şu ifadelere yer verilir: “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” (3) Hatta Anayasa bu hakkın savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde dahi ihlâl edilmesi mümkün olmayan çekirdek haklar kategorisinde yer aldığını belirtmiştir. (4)
  1. Suçun Kesin Delillere Dayanması (Şüpheden Sanığın Yararlanması)
Şüpheden sanığın yararlanması ilkesi, esasında beraet-i zimmet kaidesinin bir unsuru yahut neticesidir. Şüphe, cezayı engelleyen bir faktör olarak kabul edilir.

Bu ilkenin arka planında da “suçlu bir kimsenin cezasız kalmasının, masum bir kimsenin mahkum edilmesine tercih edilmesi” düşüncesi yatar. Allah Resûlü’nün (s.a.s) şu hadisleri de buna delalet eder: ““Elinizden geldiği kadar hadleri düşürünüz. Müslüman için bir yolunu bulursanız kendisinden haddi kaldırınız. Çünkü imamın afta hata etmesi cezada hata etmesinden daha hayırlıdır” (5)

Peygamberimiz (s.a.s) Müslümanlara, suç kesinleşmedikçe had cezalarının uygulanmamasını emir buyurduğu gibi, kendisi de zinâkar olduğunu düşündüğü bir bayanı, yeterli delile sahip olmadığı için cezalandırmamıştır. (6)

Hâkimler, cezayı tatbik etmek için değil, âdeta elde edecekleri bir şüphe sebebiyle onu düşürmek için uğraşmışlardır. Serahsî, fıkıh âlimlerinin bu mevzudaki genel tavrını şu sözleriyle açıklar: “Hadleri düşürmek için hal çaresi (ihtiyal) aramakla emrolunduk.” (7)

Fıkıh âlimleri, bireyin itirafıyla sabit olan had suçlarında, hakimin itirafından dönmesi için ona çıkış yolu göstermesinin müstehab olduğunu ifade eder. (8) Çünkü itirafla kesinleşen had cezalarında, cezanın infazından önce failin itirafından vazgeçmesi bir şüphe sebebi olarak görülmüş ve bununla haddin düşeceği söylenmiştir. Yine suçun şahitlerle kesinleştiği davalarda da ister hakimin hükmünden önce ister sonra olsun, eğer şahitlerden birisi şehadetinden vazgeçerse ceza düşer. (9) Bazı davalarda ve bazı koşullar altında zamanaşımının suçu düşürücü bir faktör olarak görülmesinin sebebi de yine şüphelerle hadlerin düşeceği ilkesine dayanır.

Hz. Ali’nin kendi halifelik yıllarında bir zımmî ile Kadı Şureyh huzurunda davalaştığı şu hâdise de yargıda kesin delilin önemini gösteren güzel bir örnektir: Hazret-i Ali (k.v.) Sıffîn'e giderken düşürmüş olduğu zırhını, geri döndüğünde bir Hıristiyan'ın elinde görüp onu Küfe kadısı Sureyh rahmetullahi aleyh Hazretleri'nin huzuruna götürür. "Bu zırh benimdir." diye dava eder. Hıristiyan inkar eder. Kadı Sureyh Hazretleri, şahid ister. Hazret-i Ali'nin (r.a.) şahidleri oğlu Hasan ile azadlısı Kanber'dir. Peygamber torununun yalan yere şahitlik etmeyeceği herkesin malumu olduğu halde evladın babası lehine şehadeti makbul olmadığından kadı Sureyh, Hazret-i Hasan'ın (r.a.) yerine başka şahid ister. Sureyh, davayı başka şahidi olmadığından Hazret-i Ali'nin (r.a.) aleyhine bitirir. Hazret-i Ali, bundan asla müteessir olmayıp gülüyordur. O kişi ise bu hale hayran olarak zırhı alıp biraz gittikten sonra durur, düşünür, geri döner: "Bu hükümler ancak peygamber hükümleridir." diyerek İslam ile müşerref olur ve zırhı Hazret-i Ali'nin Sıffîn'e giderken düşürmüş olduğunu söyleyerek geri verir. Lakin Hazret-i Ali (r.a.) zırhı ona bağışlar, bir de at ihsan eyler. (10)

İslam’a göre herkesin canı, malı, namusu masumdur. Şüphelerle, evhamla, iddialarla bu masumiyet ihlâl edilemez. Kesin ve somut deliller ileri sürülmeden soyut iddialarla veya şüphelerle insanların suçlu ilan edildiği bir toplumda, kimsenin mal ve can güvenliği kalmaz.

Diğer taraftan suçların ancak kesin delillerle sabit olacağı ilkesi, düşünce suçlarının da reddi anlamına gelir. Kimse düşünce ve kanaatlerine göre yargılanamaz. (11) Herkes dilediği gibi düşünmekte, istediği kanaat ve inançlara sahip olmakta, istediği kişileri sevip sevmemekte vs. serbesttir. Ne zaman ki bu düşünce ve kanaatler kanunlar açısından yasaklanmış bir kısım fiil ve eylemler şeklinde ortaya çıkarsa, işte o zaman yargının alanına girer.

İslam fıkhına göre cezaların tatbik edilebilmesi için kesin kanıtlar talep edildiği gibi, aynı zamanda bu kanıtların da meşru yollardan elde edilmesi gerekir. Bu nedenle fıkıh âlimleri, bireyin itirafa zorlanmasını haram kabul etmiş ve zorla elde edilen delilleri de muteber görmemiştir. Yine devletin, vatandaşlarıyla alakalı yaptığı fişlemeler de meşru kanıt olma özelliğine sahip değildir.
  1. Suçun Şahsiliği (Cezai Sorumluluk)
İslâmiyet, Arap toplumunda öteden beri devam edegelen kolektif sorumluluğu ilke olarak reddedip cezanın şahsîliği kaidesini hâkim kılmıştır. (12) Cezaların şahsi olması, her bireyin kendi fiilinden sorumlu tutulmasını, hiç kimsenin bir başkasının hata ve günahlarından sorumlu tutulmamasını ifade eder. Dolayısıyla kendi başına bir suç işlemeyen veya suçun işlenmesine iştirak etmeyen kimselerin hiçbir şekilde cezaî sorumluluğundan bahsedilemez.

Cezaların şahsiliği, İslam ceza hukukunda önemli bir ilke olduğu gibi, modern anayasalar tarafından da kabul edilmiştir. T.C. Anayasası’nda, “Ceza sorumluluğu şahsidir.” ifadesine yer verilmiştir. (3)

Birçok âyette suçun şahsiliği açık bir şekilde beyan buyurulur.  “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez.” âyeti beş farklı surede tekrar buyurulur. (13) Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur. (14)  âyeti de aynı noktaya işaret eder.

Yusuf sûresinde beyan buyurulan şu olayda da suçun şahsiliği prensibi dikkati çekmektedir: Hz. Yusuf’un isteğiyle kardeşi Bünyamin’in yükü arasına hükümdarın su kabı konulur. Hırsızlık ihbarı üzerine yapılan aramada kap konulduğu yerde bulunur. O dönem geçerli olan hükümlere göre hırsızlık yapmanın cezası, hırsızın karşı tarafa teslim edilmesidir. Ama Bünyamin’in abileri, onun yerine kendilerinden birini bırakmayı talep ederler. Ne var ki bu talep üzerine Hz. Yusuf’un cevabı şu olur: Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını tutmaktan Allah’a sığınırız. Şüphesiz biz o takdirde zulmetmiş oluruz!” (15)

Yine bazı hadislerde de suçun şahsiliği ilkesinden bahsedilmiştir. Mesela bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Şunu iyi bilin ki suçlu yalnızca kendi aleyhine suç işler. Ne baba oğlunun işlediği suçtan, ne de oğul babanın işlediği suçtan sorumlu tutulamaz.” (16)
  1. Kanunilik İlkesi (Kanunsuz Suç Olmayacağı)
İslam âlimleri bireylerin sadece naslarda açık bir şekilde yasaklanan suçlar nedeniyle cezalandırılabileceğini vurgulamaktadırlar. Üstelik Hanefi âlimleri, aslî delillerden birisi olan kıyası dahi ceza hukukunda geçerli bir delil olarak kabul etmez. (17) Çünkü kıyas yoluyla sabit olan hükümler kat’i değil zannidir. Dolayısıyla şüphe içerir. Oysaki İslam’da şüphelerle cezaların düşürülmesi bir esas olarak kabul edilmiştir.

Kur’ân ve Sünnet’te yasaklanmadan evvel yapılan fiiller nedeniyle ceza olmadığını haber veren çok miktarda nas mevcuttur. Mesela, Biz bir Peygamber göndermedikçe, hiç kimseye azab edecek değiliz. (18) âyeti bunu gösterir. Evlilik, ihram ve içki yasağıyla ilgili gelen âyetlerde de,  yasaklanmadan evvel yapılan fiiller nedeniyle mesuliyet olmadığı haber verilir. (19)

Bu mevzuda rivayet edilen, “Kim İslam’da güzel ameller yaparsa, cahiliye döneminde yaptıklarıyla hesaba çekilmez.” (20“Bilmez misin ki İslam önce işlenen günahları ortadan kaldırmaktadır.” (21) hadisleri de suçlarda kanunilik ilkesine işaret eden önemli birer kanıttır.

İslam fıkıhçılarının ayet ve hadislerden tümevarım yoluyla çıkardıkları ibaha-i asliye kaidesi de kanunilik ilkesiyle yakından irtibatlıdır. İslam fıkhına göre bir şeyin mubah/helal/caiz olduğunu anlamak için Kur’ân ve Sünnet’ten delil aramaya gerek yoktur; söz konusu fiil hakkında herhangi bir yasak bulunmaması, onun mübahlığına delalet eder.

Günümüzde de aynı prensip “Kanunsuz suç olmaz.”, “Kanunsuz ceza olmaz.” diyerek ortaya konulur.

Fıkıh âlimleri, suçları naslardaki yasaklarla sınırlı tutarlar. Kesin kanıtlarla sabit olan had cezalarında devlet başkanının ve hakimin takdir yetkisi bulunmadığını, onların görevinin nasların tayin ettiği cezaları uygulamaktan ibaret olduğunu belirtirler.

Ceza hukuku hükümlerinin geçmişe yürütülememesi de kanunilik ilkesinin tabii bir neticesi ve tamamlayıcı bir ögesidir. İşlendiği tarihte yasalarda suç olarak tanımlanmayan fiillerinden ötürü, daha sonra konulmuş cezalardan hareketle hiçbir fail sorumlu tutulamaz, cezalandırılamaz. Çünkü suç ve cezaların hükme bağlandığı kanun maddeleri ancak yürürlüğü girdikleri tarihten itibaren hüküm ifade eder. Kanunlar, yayınlanıp ilan edilmesinden önce vuku bulan olaylara uygulanamaz.
  1. Denklik İlkesi (Suç-Ceza Dengesi)
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayette cezaların, işlenen suçlara denk olması, cezalandırmada aşırı gidilmemesinin lüzumu üzerinde hassasiyetle durulur. Üstelik suç-ceza denkliğinin ahirette de gözetileceği bildirilir. Allah, dünyada yapılan iyiliklere ahirette fazlasıyla mükafat vereceğini ama işlenen suçların ancak misliyle cezalandırılacağını vurgular.

Şu ayetlerde dünyada işlenen suçların ancak misliyle cezalandırılacağı açık bir şekilde vurgulanır: Kötülük işleyenlere kötülükleri kadar ceza verilir. (22) Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar ceza görür. (23) Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler." (24) "Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar. (25)

Şu ayetlerde fertlere karşı işlenen suçlar için de açıkça bu denklik ilkesine dikkat çekilir: Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın. Eğer sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır. (26) Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. (27) Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (28)

Şari Teâlâ, daha ziyade kamunun hukukunu alâkadar eden had cezalarında, suçluya acıyarak hafif cezalarla olayın geçiştirilmemesi veya cezalandırmada aşırıya kaçılmaması için cezayı bizzat Kendisi takdir etmiştir. Çünkü işlenen suça oranla hafif cezaların verilmesiyle caydırıcılık ve önleyicilik hikmeti gerçekleşmeyeceği gibi, bu konuda aşırıya kaçıldığında da tüyler ürperten zulüm ve işkenceler baş gösterecek, nice mallar ve canlar tarumar olacaktır.

Şu ayette ise düşman saldırıları karşısında yapılacak savunmanın dahi saldırıya denk olması emir buyurulur: O halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyle saldırın da ileri gitmeye Allah'tan korkun. (29)

Geçmiş kavimlerin Allah’ın yasaklarını ihlal etmeleri neticesinde, daha dünyada iken maruz bırakıldıkları cezalarda da suç-ceza dengesini görmek mümkündür. Örneğin bir ayette “güvenlik ve huzur içinde olan ve her taraftan bol bol rızıkların geldiği”  kent halkının Allah’ın nimetlerine nankörlük ettikleri vurgulandıktan sonra şöyle buyrulur: Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı. (30) Güven içinde bir hayat sürmenin ve nail oldukları bol rızıkların kıymetini bilemeyen ve bu nimetler karşısında nankörlük yapan insanların güvenliğe karşılık korku, bolluğa karşılık da açlıkla cezalandırılmalarında, söz konusu cezanın suça uygunluğu dikkat çeker.

Başka bir ayette Allah ve Resûlü’ne karşı meydan okuyanların, başkaldıranların ve büyüklük taslayanların kendilerinden evvelkilere yapıldığı gibi alçaltılıp rüsvay edildikleri ve ahirette de onlar için küçük düşürücü ve alçaltıcı bir azabın olduğu ifade buyurulur. (31) Burada da işlenen günahlara denk bir cezanın verildiği görülmektedir.

Diğer bir ayetteyse Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir kısım ayetleri gizleyenlerin, yani konuşmaları gerektiği yerde susanların ahiretteki cezaları anlatılırken, Allah’ın kendileriyle konuşmayacağı ve onları temize çıkarmayacağı belirtilir. (32) Yani onlar bu dünyadaki “konuşmama” suçlarının cezasını, ahirette kendileriyle “konuşulmama” olarak göreceklerdir.

Suç-ceza dengesi esasında adaletin bir neticesidir. Adaletin olmadığı bir yerde zulüm vardır. Zulmün olduğu bir yerde ise adalet mekanizmasına güven ortadan kalkar. Uygulanan cezalar mağdurların maruz kaldığı haksızlıkları gidermez ve kamu vicdanını tatmin etmez. Suça meyilli insanları kötü niyetlerinden vazgeçirmeye, suçları azaltmaya yetmez. Bu da toplumsal huzursuzluğu ve çözülmeyi beraberinde getirir. İnsanlar kendi adaletlerini kendileri aramaya başlar. Mağdur iken suçlu olurlar. Bu yüzden mağduriyetleri ikiye katlanır. Tüm bu olumsuzlukları yaşamamak ve cezalandırmada zulümden uzak durmak için ise ne fazla ne eksik işlenen suçlara denk cezalar vermek gerekir.

  1. Genellik (Tarafsızlık) İlkesi
Genellik ilkesi hukuk karşısında tüm bireylerin eşit olması, yasaların tüm bireylere eşit olarak tatbik edilmesi, ayrıcalıkların reddedilmesi, cezalandırmada adamına göre muamele yapılmaması gibi manalara gelir. İslam'dan evvel cahiliye toplumunda cezalar, mahkumun ait olduğu sosyal kesime göre değişiyordu. Şayet suçlu toplumun aristokrat kesimindense ya hafif cezayla geçiştiriliyor yahut hiç ceza almıyordu. Cezalar, toplumun alt katmanlarından olan kimselere ise katlanarak uygulanıyordu.

Kur’ân’da yer alan, Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, anababanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın.  (33) ayeti, şahıs ayrımı yapmaksızın herkese karşı adil olunmasını emreder.

Şu ayette ise kin ve düşmanlıkların adalete engel olmaması emir buyurulur: Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. (34)

Peygamberimiz (s.a.s), şu hadisleriyle eşitliğe vurgu yapar: Allah"ın belirlediği müeyyideleri size yakın olsun uzak olsun herkese olduğu gibi uygulayın. Sakın hiçbir kınayanın kınaması sizi bundan alıkoymasın.” (35)

Saadet asrında yaşanan şu olaysa bu eşitlik düşüncesinin ceza hukukuna nasıl yansıdığını ve pratikte nasıl tatbik edildiğini gösterir: Soylu bir ailenin kızının hırsızlık yapmasının ardından Allah Resûlü’nden (s.a.s) onun affedilmesi istenir. Fakat O, şu kararlı ve kesin ifadeleriyle bunu reddeder: “Ey insanlar, sizden öncekiler ancak ve ancak şu sebeple helak olmuşlardır: Aralarında şerefli biri hırsızlık ederse onu bağışlarlar. Zayıf olan çalarsa ona had tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer kızım Fatıma hırsızlık ederse Muhammed mutlaka onun da elini kesecektir.” (36)

İslam âlimleri bu naslardan yola çıkarak cezaların uygulanması açısından en sade vatandaş ile devlet başkanı arasında dahi hiçbir farkın bulunmadığını belirtir. Bir bireyin dininin, dilinin, renginin, ırkının, servetinin, makam ve mevkiinin, onun haklı veya haksız olmasında, ceza almasında veya affedilmesine hiçbir etkisi yoktur. İkna edici somut delillerle suçlu olduğu anlaşıldıktan sonra kim olursa olsun hak ettiği cezaya çarptırılır. İslam, hiç kimseye dokunulmazlık hakkı vermez ve hiç kimseyi ceza hukuku hükümlerinin dışında bırakmaz. (37)
  1. Yargı Bağımsızlığı 
Yargının bağımsızlığı, hakimin hiçbir şahıs veya merciden emir almamasını, kararlarını hiçbir etki ve baskı altında kalmaksızın verebilmesini ifade eder. (38)

İslam tarihinde, devlet başkanlarının dahi hakimler karşısında yargılandığı ve haksız bulunabildiği (10) göz önünde bulundurulacak olursa, İslam'a göre yargının tamamıyla yürütmeden bağımsız olarak hüküm ve kararlarını verdiği/vermesi gerektiği anlaşılacaktır.
  1. Alenilik/Şeffaflık İlkesi
Yargılama usulüne dair kaleme alınan fıkıh kitaplarının üzerinde durdukları önemli konulardan birisi, yargılamaların ve ceza infazlarının aleni yapılmasıdır. Nur sûresinde, uygulanan cezaya insanlardan bir topluluğun şahitlik yapması emir buyurulur. (39)

Ayet her ne kadar zina suçunun cezası hakkında nazil olmuşsa da buradaki alenîlik şartı bütün cezalar için geçerlidir. Meşhur Hanefi fakihi Cessas, mevzubahis ayetin aleniliği emretmesinin hikmetiyle ilgili şöyle der: “Şâri’in buradaki amacı herhangi bir sayı belirtmek değildir, asıl amaç toplumu cezanın infazından haberdar etmektir. Had cezalarında esas gaye, toplumun aynı suçu tekrardan işlemesini engellemektir. Bu “taife” öyle bir sayıda olmalıdır ki infaz haberi toplum içinde hemen yayılıp herkesin infazdan haberi olsun ve aynı suç tekrar işlenmesin. (40)

Gerek yargılama gerekse cezanın infazı esnasında uygun sayı ve nitelikte bir grubun hazır bulunması, cezaların caydırıcı olmasını temin edeceği gibi, aynı zamanda cezalandırmada ortaya çıkabilecek ihmalleri, işkence ve kötü muameleleri, yargısız infazları, hukuk dışına çıkılmasını vs. engeller. Alenilik koşulunun gerçekleşmesiyle yargılamayı yapan hakimler ile cezaların infazıyla görevli olan memurların da töhmet ve zan altında kalmasının önüne geçilmiş olur.
  1. İnsanilik İlkesi
İslam, bir yandan mağdurların hak kayıplarına engel olma ve kamusal menfaatleri koruma adına suçluların cezalandırılmasına çok önem vermiş; fakat diğer yandan onların da haklarını unutmamış, onlara karşı yumuşak ve insanî davranılmasını tavsiye etmiş ve hak ettikleri cezanın dışında kötü muameleye maruz kalmamaları adına gerekli tedbirleri almıştır. Mahkumların, cezalandırmanın hiçbir safhasında eza ve cefaya maruz bırakılmamaları için son derece hassasiyet göstermiştir. Çünkü İslam esas mücadelesini günahkar ve suçlulara karşı değil; suç ve günahlara karşı yürütmüştür.

Suçlu bir katil, cani, hırsız yahut eşkıya da olsa neticede onur ve şerefi bulunan bir insandır. Herkes gibi onun da ailesi, eşi, dostu ve çevresi vardır. Kanı, malı ve ırzı dokunulmazdır. Her şeyden önce o, savunma hakkına ve adil yargılanma hakkına sahiptir. Yargılamanın olabildiğince seri yapılması ve davanın bir an önce hükme bağlanması da sanığın mağdur edilmemesi adına son derece önemlidir. Eğer adil bir yargılama neticesinde suçu sabit olursa ancak kanunda yer alan ceza tatbik edilebilir. Yargısız infaz yapılamaz; onur ve şerefini zedeleyici tutumlar içine girilemez; işkence edilemez.

İslam'a göre günahkar, hakikat yolundan saptığı için elinden tutulup yeniden hidayet ve istikamete ulaşmasına yardım edilmesi gereken bir insandır; tahkir edilmesi ve aşağılanması gereken birisi değil. Zaten bir seferinde had cezasına çarptırılan bir zaniye karşı, “Allah seni rezil u rüsvay etsin.” diyen kişilere karşı Peygamberimiz, “Böyle demeyiniz. Şeytana karşı ona yardım etmeyiniz!” sözleriyle tepki vermiştir. (41)

Hatta Hz. Peygamber (s.a.s) işledikleri suçlar nedeniyle had cezasına hükmedilen kimselerle ilgili zihinlerde negatif bir algı kalmaması ve onların aleyhinde konuşulmaması adına onların güzel yönlerini zikretmiştir. Örneğin bir keresinde içki içtiği için cezalandırılan bir Müslümana lanet okunduğunu duyan Allah Resûlü, “Ona lanet etmeyiniz. Allah’a yemin olsun ki o Allah ve Resûlü’nü sever.” buyurur. (42Başka bir seferinde yine had cezasına çarptırılan bir kadın hakkında Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurur: “Gerçekten öyle bir tövbe etti ki şayet onun bu tövbesi Medine ahalisinden yetmiş kişi arasında paylaştırılsa hepsine yeterdi.” (43)

Başka bir rivayette Allah Resûlü (s.a.s) cezalandırılan bir kimse aleyhine iki sahabinin kendi aralarında kötü sözler sarf ettiğini duyar. Olayın üzerinden bir saat geçtikten sonra bir eşek ölüsüne rast gelirler. Peygamberimiz, bu ikisinin nerede olduğunu sorar. Onlar huzuruna gelince bineklerinden inip rastladıkları laşeden yemelerini söyler. Onların, “Ya Resûlellah, bunu kim yer ki!” demeleri üzerine esas verilmesi gereken dersi verir ve şöyle buyurur: “Az evvel kardeşiniz hakkında sarf ettiğiniz kötü sözler şundan yemenizden daha fenadır. Allah’a yemin ederim ki şu anda o, Cennet nehirlerinde sefa sürüyor.” (44)

Bu tür hadisleri değerlendiren âlimler, irtikap ettiği herhangi bir suçtan ötürü cezalandırılan kimseye lanet edilmesinin, onun aleyhinde kötü sözler sarf edilmesinin caiz olmadığı hükmünü çıkarır. Aslında bu tür tavır ve davranışlar, suçluların ıslah edilmesi ve uslandırılması şeklindeki cezalardan umulan faydaların da önüne geçecektir. Toplumun kendisini hakir gördüğünü düşünen bir bireyde terk edilme, yalnızlaştırılma ve topluma karşı nefret hisleri galip gelecek, bu da onun toplumdan uzaklaşmasına ve daha farklı suçlara yönelmesine sebep olacaktır.

Dolayısıyla yanlış bazı söz ve tavırlarla haya perdesi yırtılmamalı, suç ve günah işleyen bireylerin tövbe etmesi daha da güçleştirilmemelidir. Aksine yumuşaklıkla, güzellikle ve nasihatle ıslah-ı hâl etmelerine yardımcı olunmalıdır.

Bazı hükümlülerin içinde bulundukları koşullar nedeniyle cezalarda ertelemeye yahut hafifletmeye gidilmesi de insanî ilkelere son derece itina gösterilmesinin, hakkaniyet ve merhametin bir neticesidir. Örneğin fakihlere göre, bedene yönelik bir cezaya çarptırılan failin hasta olması durumunda ceza ertelenir. Bunun gerekçesi de şöyle açıklanır: Hastalık ve lohusalık gibi durumlarda bedene yönelik cezaların tatbik edilmesi mahkûmun hak ettiği cezadan fazlasıyla cezalandırılması sonucunu doğurur ve mahkûmun hayatı tehlikeye atılmış olur. (45) Bu durumda cezalandırmadaki amacın dışına çıkılmış olur.

Havanın çok sıcak veya soğuk olması da bedenî cezaların ertelenmesi adına bir gerekçe görülmüştür. Fıkıh âlimleri bu tarz hava şartlarında cezalandırmaya gidildiği takdirde failin normalden daha fazla zarar görebileceğini belirtmiş, bu yüzden hava koşulları normale dönünceye kadar beklenmesi gerektiğini hükme bağlamıştır.

Fıkıh âlimleri kadının lohusa olmasını da ona uygulanacak bedenî cezanın ertelenmesi adına geçerli bir mazeret olarak görür. (45) Nitekim mevzuyla alakalı bir rivayette Peygamberimiz (s.a.s) hükme bağlanmış bir had cezasını infaz etmesi için Hz. Ali’yi görevlendirir. Fakat o, kadının lohusa olduğunu anlayınca ceza uygulamaktan vazgeçer ve gelip durumu Peygamberimize bildirir. Peygamberimiz, öncelikle Hz. Ali’nin bu tavrını takdir eder, arkasından da kadının kanı kesilinceye kadar beklemesini söyler. (46)

Hamile kadınlar için de benzer hükümler dile getirilir. Fıkıh âlimlerine göre mahkumun karnındaki çocuğa zarar verme olasılığı olan hiçbir ceza tatbik edilmez. (47)

Mahkumun çok yaşlı olması durumunda ise ceza büsbütün terk edilmez fakat sembolik bir cezayla yetinilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) zina eden zayıf bir ihtiyara 100 celde yerine çok dallı bir ağaç parçasıyla bir kez vurulmasını kâfi görmüştür. (48)

Hz. Ömer’in kıtlık senesinde hırsızlık suçu için öngörülen cezaları infaz etmemesi ise muzdar durumda kalan bireylere had cezası tatbik edilemeyeceğine, cezaların takdiri esnasında “ızdırar halinin” ve “mücbir sebeplerin” bulunup bulunmadığının mutlaka araştırılması gerektiğine bir delil olarak gösterilir. Çünkü zaruretlerin haramları mübah kılacağı, pek çok ayetin hükmünden çıkarılmış genel bir fıkıh kaidesidir. (49)

  1. İşkence Yasağı
Her ceza doğası itibarıyla suçluya belirli ölçüde acı ve ıstırap verir ve onu bir kısım yoksunluk ve mahrumiyetlere maruz bırakır. Aksi takdirde ceza, ceza olmaktan çıkar. Ne var ki ceza ile kötü muamele ve işkence birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Cezalar, yasaldır, suça denktir, sınırları bellidir ve çoğu zaman adaleti temsil eder. Cezaların infazı suçluları ıslah eder, suçtan mağdur olanların mağduriyetlerini giderir ve başkalarını da aynı suçu işlemekten alıkoyar.

Kötü muamele ve işkencedeyse asıl maksat suçluya acı çektirmek ve ondan intikam almaktır. Hak edilen cezanın çok ötesinde eziyet etme söz konusudur. Devletin ve yargı organlarının vazifesi, şüpheli yahut suçlulara karşı şiddet kullanmak ve işkence uygulamak değildir; bilakis kanunlarda öngörülen cezaları tatbik etmektir.

İslam, her çeşidiyle işkencenin karşısında durmuştur. Suçluların tahkir ve lanet edilmesine karşı Hz. Peygamber'in nasıl gazaplandığı ve bunu yapanları sert ifadelerle ikaz ettiği üzerinde yukarıda durmuştuk.

Bunların yanı sıra Allah Resûlü (s.a.s) “Dünyada insanlara işkence edenlere Allah da ahirette azap eder.” (50) sözleriyle işkenceyi yasaklar ve işkencecileri bekleyen acı azabı haber verir.

Her ne kadar bazen kanıtların ortaya çıkarılması ve hakiki suçluların tespit edilmesi gibi bahanelerle işkenceye başvurulsa da işkence asla hak ve adaletin sağlanması için bir metot olamaz. Onun hukuka verdiği zararlar, umulan faydalardan çok daha büyüktür. Evvela bireylerin işkence altında verdikleri beyanlara, yaptıkları itiraflara hiçbir zaman tam olarak güvenilemez. Çünkü işkence belirli bir seviyeyi aştıktan sonra çoğu insan işkencecilerin duymak istediklerini söyler, içeriğine bakmadan önüne konulan belgelere imza atar. Bu tür tehdit ve zorlamayla elde edilen ifadeler ise hakiki rıza ve iradenin dışa vurumu değildir. Haliyle işkencenin olduğu bir yerde suçsuzlar ile suçlular birbirine karışır.

Hz. Ömer de emniyet içinde olmayan sanığın açlık, korku ve hapis tehdidi altında kendi aleyhine verdiği ikrara güvenilemeyeceğini ve buna dayanarak hüküm vermenin doğru olmadığını ifade etmiştir. (51)  Kaldı ki bizzat âyet-i kerimeyle ikrah altında Allah’ı inkâr etmenin bile bir hüküm ifade etmeyeceği bildirilmiştir. (52)

Peygamberimiz, normal şartlarda değil, savaş şartlarında dahi işkence yapılmasını yasaklamıştır. Onun, savaş için tayin ettiği komutana yaptığı tavsiyelerden birisi de şudur: “Savaşta aşırı gitmeyin, anlaşmaları bozmayın, işkence yapmayın.” (53)

DİPNOT:

(1) Osman ŞAHİN, İSLÂM HUKUK METODOLOJİSİNDE İSTİSHÂB s. 508 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/188632
(3) TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI MADDE 38 https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2709.pdf
(4) İlhan ÜZÜLMEZ, TÜRK HUKUKUNDA SUÇSUZLUK KARİNESİ VE SONUÇLARI, TBB Dergisi, Sayı 58, 2005 s. 45 http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2005-58-134
(5) Tirmizi, Hudud 2 https://sunnah.com/tirmidhi:1424
(6) İbn Mâce, Hudûd 11 https://sunnah.com/ibnmajah:2559
(7) Necmettin KIZILKAYA, SERAHSÎ’NİN EL-MEBSUT İSİMLİ ESERİNDEKİ CEZA BAHİSLERİNE HÂKİM OLAN FIKHÎ KAİDELER, Diyanet ølmî Dergi y Cilt: 49 y Sayı: 2 s. 158 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/410569
(8) Recep ÇETİNTAŞ, Hadler Bağlamında İslam Ceza Hukukunda İtiraftan Dönme ve Hâkimin Sanığa Bu Konuda Telkini, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi Sayı 3 (Aralık 2017) s. 1706 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/359221
(9) Esra GÜLENGÜL, İSLAM HUKUK FELSEFESİ AÇISINDAN HABERİN SIDKI VE KİZBİ PROBLEMİ VE FURU’A YANSIMALARI s. 130 https://openaccess.firat.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11508/16588/285876.pdf?sequence=1&isAllowed=y
(10) Ahmet Cevdet Paşa, İlmin Kapısı Hazret-i Aliyyü'l Murtaza https://www.kirmizikedi.com/kitap/urun/266fa742c43e4a93b07108bf6a5c2d49
(11) TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI MADDE 15 https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2709.pdf
(14) en-Necm, 53/39 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=53&ayet=39
(15) Yusuf, 12/79 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=12&ayet=79
(16) Tirmizi, Fiten 2 https://sunnah.com/tirmidhi:2159
(17) Mehmet DİRİK, KIYASIN İSLÂM CEZA HUKUKUNDA KULLANIM İMKÂNI, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı 27, 2016 s. 113 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2016_27/2016_27_DIRIKM.pdf
(18) el-İsra, 17/15 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=17&ayet=15
(20) Müslim, İman 53 https://sunnah.com/muslim:120a
(21) Müslim, İman 54 https://sunnah.com/muslim:121
(22) Yunus, 10/27 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=10&ayet=27
(23) el-Mü’min, 40/40 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=40&ayet=40
(24) el-Kasas, 28/84 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=28&ayet=84
(25) el-En’âm, 6/160 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=6&ayet=160
(26) en-Nahl, 16/126 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=16&ayet=126
(27) el-İsra 17/33 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=17&ayet=33
(28) eş-Şura, 42/40 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=42&ayet=40
(29) el-Bakara, 2/194 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=194
(30) en-Nahl, 16/112 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=16&ayet=112
(33) en-Nisâ, 4/135 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=4&ayet=135
(34) el-Mâide, 5/8 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=5&ayet=8
(35) İbn Mâce, Hudûd, 3 https://sunnah.com/ibnmajah:2540
(36) Buhârî, Fedâilu’l-ashâb 18 https://sunnah.com/bukhari:3733
(38) İnanç İŞTEN, Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı, Gaziantep University Journal of Social Sciences s. 285 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/223204
(40) Mustafa ÖZGÜR, İslam Ceza Hukukunda İnfazın Temel İlkeleri, Akademik-Us 3. Cilt 1. Sayı, 2019 s. 59 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/801347
(41) Buhârî, Hudûd, 4 https://sunnah.com/bukhari:6777
(42) Buharî, Hudûd 5 https://sunnah.com/bukhari:6780
(43) Müslim, Hudud 5 https://sunnah.com/muslim:1695a
(44) Ebû Dâvud, Hudûd 24 https://sunnah.com/abudawud:4428
(45) Mustafa ÖZGÜR, İslam Ceza Hukukunda İnfazın Temel İlkeleri, Akademik-Us 3. Cilt 1. Sayı, 2019 s. 66 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/801347
(46) Ebu Dâvud, Hudûd 34 https://sunnah.com/abudawud:4473
(47) Mustafa ÖZGÜR, İslam Ceza Hukukunda İnfazın Temel İlkeleri, Akademik-Us 3. Cilt 1. Sayı, 2019 s. 65 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/801347
(48) Ebu Dâvud, Hudûd 34 https://sunnah.com/abudawud:4472
(49) Yüksel ÇAYIROĞLU, Helâl ve Haramlarla İlgili Kaide ve İlkeler, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18 (1), 2018 s. 621 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/501176
(50) Ebû Dâvûd, “İmâre”, 32 https://sunnah.com/abudawud:3045
(53) Müslim, Cihad 2 https://sunnah.com/muslim:1731a

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...