3 Ağustos 2021 Salı

DİN VE MİTOLOJİ SİTESİNİN "İSLAM KÖLELİĞİ KALDIRMIŞ MIDIR" BAŞLIKLI YAZISI ÜZERİNE

Din ve Mitoloji: Öyle ilginçtir ki Kur'an'da yer alan aşağıya aktardığımız ayetlerin hiçbirinde "Kölelerinizi azad edin" denmiyor. (1)

Cevap: İşin trajikomik tarafı yazının ilerleyen kısmında "köle azad edin" denilen ayetlerden de bahsediyor.

Köle Azad etmek ile ilgili ayetler:

Nisâ, 92. Ayet: Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, bir mü’min köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi gerekir. (2) Mâide, 89. Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir. (3) Mücâdele, 3. Ayet: Kadınlarından zıhar yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir köle azat etmelidirler. (4) Tevbe, 60. Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir. (5) Beled, 12-13. Ayet: O sarp yol nedir bilir misin? Köleyi azat etmektir. (6)

Din ve Mitoloji: Zaten Muhammed'in de köleliği kaldırmak gibi bir çabası olmamıştır. (1)

Cevap: Eğer Kuran'ın Allah kelamı olduğu kabul ediliyorsa, yukarıdaki ayetler açıkça köle azad edilmesini teşvik ve bazı durumlarda da emretmektedir. Bu ayetlerin tebliğcisi olan peygamberin ise köleliği kaldırmak gibi bir çabası olmadığını iddia etmek mantık katliamıdır.

Eğer Kur'anı haşa Hz Muhammed'in yazdığı iddia ediliyorsa, yukarıdaki ayetleri yazan bir kişinin köleliği kaldırmak gibi bir çabası olmadığını iddia etmek yine mantık katliamıdır.

Şu hadis-i şerifi de insaf ehlinin nazarlarına sunuyorum ki site yazarı cahil olduğu konularda ahkam kesen tıynette bir tip mi yahut bile bile yalan söyleyerek okuyucuları/izleyicileri aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye çalışan bir tip mi herkes görsün:

"Kim Müslüman bir köleyi âzat ederse, Allah Teâlâ onun her uzvuna karşılık âzat edenin bir uzvunu Cehennem ateşinden kurtarır." (7)

Din ve Mitoloji: Kölelik ve cariyelik, onun amaçlarını gerçekleştirmek için önemli bir araçtı. Yoksa askerlerini ganimet ve cariyelerine sahip olmaları için nasıl ikna edecekti? (1)

Cevap: Cümleleri düzeltelim. İlk cümle şöyle olmalı: "Kölelik ve cariyelik, O'nun amaçlarını gerçekleştirmesi için önemli bir araçtı."

Hz Muhammed'in amacının ne olduğu açıklığa kavuşturulmamış. Bu durum ya İslam'ı inkar etmeyi dogma haline getirmiş tiplerin kendi bilinçaltlarını Hz Peygamber'e yansıtarak kendilerinden yola çıkarak Hz Peygamber'e kendi bilinçaltlarını yansıtan amaçlar atfetmesini sağlamak için bilinçli olarak yapılmış ya da büyük bir mantıksal boşlukla karşı karşıyayız.

Eğer iktidar, servet ve kadınsa amaç, bunlar zaten daha Mekke döneminde Hz Peygambere teklif edilmesine rağmen Hz Peygamber bu teklifleri elinin tersiyle itmişti.

Eğer elinin tersiyle itme olayının uydurma olduğunu iddia ederlerse çarpıtmalar yaparak, yalan yanlış aktarımlarla bambaşka şekle büründürerek ve kendi bilinçaltlarını yansıtan anlamlar vererek dillerine doladıkları olaylar ile Hz Peygamberin elinin tersiyle itmesi olayını aynı kaynaklar aktarırken, işine gelen anlatımı doğru kabul edip çarpıtarak dillerine dolarlarken işlerine gelmeyen kısımlarla karşılaşınca bu kez uydurma deyip kaçmaları ikiyüzlülük ve çifte standart değil de nedir? Demek ki amaç gerçekten sorgulamak ve hakikate ulaşmak değil, İslam'ı inkar dogma haline getirildiği için her türlü ikiyüzlülük ve çifte standartla haklı gözükmeye çalışıp insanları aldatmak.

İkinci cümlede ise Hz Peygamberin askerlerini köle ve cariyelere sahip olmaları için ikna etmeye çalıştığı iddia ediliyor. Burada bazı sorular akla geliyor:

1-) Hz Peygamberin askerlerini köle ve cariyelere sahip olmaları için ikna etmeye çalıştığı iddiasının delili nedir? Herhangi bir sahih kaynaktaki bir ifadeden ikna faaliyeti anlamını nasıl çıkardıklarını gösterebilirler mi yoksa kendi bilinçaltlarını Hz Peygambere yansıtarak bilinçli veya farkında olmadan "Ben olsam öyle yapardım. Demek ki O da böyle yapmıştır." şeklinde bir düşünceyle mi Hz Peygamberin bir ikna faaliyetine girdiği sonucuna varmışlar? Eğer herhangi bir sahih kaynaktan bu ikna faaliyeti anlamını çıkardıkları ifadeleri gösteremezlerse demek ki Hz Peygambere iftira atarken aslında kendi bilinçaltlarını deşifre ediyorlar. Bizim şu anda aklımıza gelmeyen bir üçüncü seçenekle bu ikna faaliyetinin varlığı sonucuna ulaştılarsa buyursunlar açıklasınlar da herkes gerçekleri görsün.

2-) Hz Peygamber, askerlerini köle ve cariyelere sahip olmaları için neden ikna etmeye çalışsın? İnsanların köle ve cariyeleri zaten geçmişte de var. Zaten var olan köle ve cariyelere sahip olmaları için askerleri ikna etmesinin Hz Peygambere ne faydası olacak?

3-) Hz Peygamberin askerlerini köle ve cariyelere sahip olmaları için ikna etmeye çalıştığı iddia edildiğine göre askerler köle ve cariyelere sahip olmak istemediği; buna rağmen Hz Peygamberin askerleri ikna etmeye çalıştığı anlamı ortaya çıkar. Hangi sahih kaynaktaki hangi ifadeden askerlerin köle ve cariyelere sahip olmak istemediği ama Hz Peygamberin askerleri ikna etmeye çalıştığı anlamını çıkardıklarını göstermeliler ya da işkembeden hikaye uydurup uydurdukları hikayeye okuyucularının/izleyicilerinin sorgulamadan inanacaklarını düşündükleri için onları aptal yerine koydukları ortaya çıkar.

4-) Eğer burada askerlerin köle ve cariye sahibi olmaları karşılığında Hz Muhammedin amaçları için savaşmaya ikna edildikleri anlatılmak isteniyorsa yazarın Türkçeyi düzgün kullanmaktan aciz ve derdini tam anlatmayı beceremeyen bir tip olduğu, ilgili sitenin de bu Türkçe katliamına müdahale etmeyerek okuyucularına/izleyicilerine hiç değer vermediği ortaya çıkmış olur.

Eğer makale yazarının Türkçesinin kıt olduğunu varsayarsak bile bu durumda Hz Muhammedin amacının ne olduğunun açıklanmaması, isnad edilmesi olası amaçların zaten Mekke'de teklif edilmesine rağmen elinin tersiyle itilmesi ve site yazarının vehmettiği hayali amaçlar için ikna faaliyetlerinin varlığına dair tek bir sahih kaynak ortaya konulamaması durumu halen geçerli olur.

Din ve Mitoloji: Sözde bu savaşlar İslam'ı tebliğ için yapılmıştır ama gerçek hiç de öyle değildir. (1)

Cevap: İslam'da savaş yoluyla İslam'ı tebliğ etme diye bir metod yoktur. Site yazarı söylenmeyen bir argümanı Müslümanlara isnad ederek saman adam safsatası yapmaktadır.

İslam'da ya saldırı üzerine savunma savaşı yapılır ya saldırı hazırlığı bertaraf edilmek üzere savaş yapılır yahut bir beldede din ve vicdan özgürlüğü dahil olmak üzere insanların hak ve özgürlüklerine yönelik bir zulüm ve kısıtlamalar varsa bunları ortadan kaldırmaya yönelik son çare olarak savaş yapılır.

Ayrıca "gerçek hiç de öyle değildir" denilmiş ama gerçeğin ne olduğu yazılmamış. Burada da yukarıdaki gibi ya İslam'ı inkar etmeyi dogma haline getirmiş tiplerin kendi bilinçaltlarını Hz Peygamber'e yansıtarak kendilerinden yola çıkarak Hz Peygamber'e kendi bilinçaltlarını yansıtan amaçlar atfetmesini sağlamak için bilinçli olarak yapılmış ya da büyük bir mantıksal boşlukla daha karşı karşıyayız.

Din ve Mitoloji: Aşağıda köle ile hür bir kadının aynı olmadığını, onlara verilecek cezanın bile aynı olamayacağını gösteren ayetlere bakalım. (1)

Cevap: Burada Nisa 25 ve Nahl 75 örnek veriliyor.

Nisa 25'te "Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir." (8) buyruluyor.

Bu ayetin eleştiri konusu yapılması, ya yazarın İslam'ı inkarı dogma haline getirdiği için bu durumun bu kadar bariz bir gerçeği görmesini engel olması göstergesidir ya da yazar ciddi ciddi mantık kıtlığı yaşıyor.

Burada cariyeye az ceza verilmesi cariye için kötü bir şey midir? Cariyeye İslam'ın öngördüğünden iki  katı miktar ceza verilmesini isteyen yazar mı yoksa İslam mı cariyeye karşı daha merhametli bir duruş sergilemektedir?

Adalete gelince tam bir ehliyet sahibi olmayan birinin işlediği bir suçla tam ehliyet sahibi birinin işlediği suç elbette aynı ceza ile karşılık görmemelidir.

Görüldüğü gibi tam ehliyet sahibi olmayan birine daha az ceza öngörerek İslam hem adil hem de yazar gibi İslam'ı inkar etmek için kırk takla atmaya çalışarak kendini komik duruma düşüren tiplerden daha merhametli bir duruş ortaya koymuştur.

Hem de ayette câhiliye devrinde köle ve câriyeye insan nazarıyla bakılmadığı için İslâm’dan sonra da bunlarla evlenme konusunda isteksiz davranılacağı göz önüne alınmış, “feteyât” (genç kızlar), “ailelerinin (ehl) izni ile”, “birbirinizden türeyip gelmektesiniz, hepiniz aynı köktensiniz” gibi ifadelerle bu telakkinin kırılması istenmiştir. Câriyeler için Allah Teâlâ’nın kitabında kullandığı bu üç vasıf, yalnızca o devir için değil, son yıllara kadar kölelere hayvan muamelesinin yapıldığı bütün zamanlar için bir inkılâptır ve İslâm’ın köleliği ortadan kaldırmak üzere attığı adımların ontolojik ve psikolojik alt yapısını hazırlamaktadır. Evet köle ve câriyeler de hür olanlar gibi insan çocuklarıdır, hepsi insanlıkta birbirine eşit olan “insanlar”dan doğup meydana gelmişlerdir. Köle ve câriyelerin sahiplerinin bu sahipliği, insan dışındaki malların sahipliği gibi değildir, aile büyüklerinin diğerlerine sahipliği gibidir, köle ve câriyeler de aile fertlerinden sayılır. Ailenin kızları nasıl “feteyât” ise câriyeleri de öyle feteyâttır; yani ailenin evlenme çağına gelmiş kızlarıdır. (9)

Nahl 75'e gelince, Allah'tan başkasına tapanlar, başkasının malı olan köle gibi hürriyetini verip bir yaratığa kul olmuş köleler gibidirler. Allah'tan başka ilâh tanımayan, Allah'ın birliğine inanan Müslümanlar da hürler demektir. Gerçekten, "Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz." (10) diyebilmekten daha büyük hürriyet düşünülemez. Bundan dolayı Allah'ı inkâr, ortak koşma, batıl dinler hep birer esirlik bağıdır.

Hak din ve Allah'ın birliğine inanmak insan için bir hürriyet, bir servettir. Düşünmeli ki, o hürriyet nimeti ne büyük nimettir ve onu veren kimdir? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Hürriyet, O'nun nimeti olduğu gibi, her nimet de O'nundur. Hürriyetin değerini bilmeli, din ve imanın kadrini anlamalı da yalnız Allah'a kulluk ederek hamd etmelidir. Fakat onların çoğu bilmezler. Bilmezler ve Allah'ı inkâr ve nankörlükte bulunurlar. Hürriyet davası ile şeytana esir olurlar. (11)

Ayrıca burada dolaylı olarak yüce Allah’ın insanlar için olumlu ve gerekli gördüğü bazı imkânların ve niteliklerin de altı çizilmiş bulunmaktadır ki bunları muktedir olma, geniş maddî imkâna sahip bulunma, infak etme, ifade gücü, özgürlük, üzerine aldığı işi hayırlı ve başarılı bir şekilde sonuçlandırma, adaleti hâkim kılma ve istikamet sahibi olma şeklinde sıralayabiliriz.(12)

Din ve Mitoloji: Bu ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, köle ile hür ayrımına gidiliyor. Kölelerin hür insanlarla eşit olmadığı söyleniyor. (1)

Cevap: Zaten hürriyetini kaybetmiş bir köle ile hür bir insan elbette ki her yönüyle eşit değildir. Zaten her yönüyle eşit olduğunu iddia etmek mantık katliamı olur. Mantık kurallarına göre bir şey aynı anda hem kendisi hem de zıttı olamaz.

Başka bir ifadeyle P eşit değildir P' olması mantıksal zorunluluktur.

Burada P hür olan insanlar dersek, P' hür olmayan insanlar olur.

Her kim P=P' derse mantık katliamı yapmış olur ve bir kez daha görüyoruz ki İslam'ı eleştirmek için mantık katliamı yapmaktan başka yol bulamayarak kendilerini rezil ediyorlar.

İnsanlık olarak eşitlikten bahsediliyorsa zaten İslam'ı eleştirmek için dillerine doladıkları Nisa 25'te “birbirinizden türeyip gelmektesiniz, hepiniz aynı köktensiniz” ifadesiyle açıkça köle ve câriyelerin de hür olanlar gibi insan çocukları olduğunun, hepsinin insanlıkta birbirine eşit olan “insanlar”dan doğup meydana geldiklerinin vurgulandığına yukarıda değinmiştik. 

Din ve Mitoloji: Ayrıca Allah burada rızkı hür birine verdiğini ama kölelere vermediğini itiraf ederken, ayetin sonunda da Hamd Allah'a mahsustur diyerek kendinden övgüyle bahsediyor. (1)

Cevap: Ayette hür birine rızık verip köleye rızık vermediği gibi bir ifade yok. Yazar bunu işkembesinden atmış. Zaten köle dahil herhangi bir canlıya rızık verilmezse o canlı ölür. Bir canlı ölmüyorsa bu durum ona Allah tarafından halen rızık verildiğini gösterir.

Ayette hürlere رِزْقًا حَسَنًا yani güzel rızık verildiği ve övülen cömert insanların da aslında Allah'ın verdiği bu güzel rızıklardan cömertlik yaptıkları, bu yüzden az verilen insanların çok verilenlerce minnet altına sokulmaları yasaklanıp asıl rızık verenin Allah olduğu, cömert insanların sadece bu işte kullanılan aracılar olup fakirlerin hakkı olanı onlara ilettiği bildirilerek Hamdin Allah'a mahsus olduğu vurgulanmaktadır ve az verilen insanlar çok verilen insanlara karşı minnet altına girmekten kurtarılmaktadır.

Din ve Mitoloji: Aynı Allah, sanki yapılan bir yanlıştan döner gibi, aşağıda yer alan iki ayette de eşitlikten bahsediyor. (1)

Cevap: Burada örnek olarak Nahl 71 ve Rum 28 ayetleri veriliyor.

Nahl 71 yukarıda eleştireceğim diye saçmalayıp kendilerini rezil ettikleri Nahl 75 ayetinden 4 ayet evvel gelmektedir. Öyleyse önce gelen ayette sonra gelen ayetteki sözde yanlıştan dönülmesinden bahsetmek mantık katliamıdır. Sözde yanlıştan dönme olabilmesi için Nahl 71 ayetinin Nahl 75 ten sonra gelmesi gerekirdi. Demek ki mantıksal olarak sözde yanlıştan dönme durumu doğru olamaz.

Demek ki eşitlikten bahsedilen ayetler ile Nahl 75 ve diğer ayetler arasında bir çelişki yok. Aksine Nahl 75'te de zaten “birbirinizden türeyip gelmektesiniz, hepiniz aynı köktensiniz” ifadesiyle  hepsinin insanlıkta birbirine eşit olan “insanlar”dan doğup meydana geldiklerinin vurgulanmaktadır.

Evet çelişki var ama ayetler arasında değil ayetler ile ayetlere kendi bilinçaltlarını yansıtan anlamlar vermeye çalışanların verdikleri anlamlar arasında çelişkiler var. Demek ki kendi bilinçaltlarını yansıtarak verdikleri anlamlar yanlış. Çünkü bilimsel etik gereği de tarihsel bir metin incelenirken metnin parçaları çelişecek şekilde değil uyumlu şekilde anlamlandırılır. Aksi bir tutum etik dışıdır ve ilgili kişilerin gerçekten aydın ve sorgulayarak hakikate ulaşmaya çalışan bireyler değil kendi saplantılı tutumlarını haklı gösterme adına her türlü etik dışı tutumu sergileyebilecek tıynette art niyetli tipler olduğunu gösterir.

Din ve Mitoloji: Muhammed kadınların dövülmesi konusunda, köle ile hür kadını birbirinden ayıran şu sözü söyleyerek... (1)

Cevap: Hadis şöyle veriliyor: “Daha ne zamana kadar biriniz karısını, cariyeyi döver gibi dövecek, belki günün sonunda da onunla birleşip yatacaktır.”

Kaynak şöyle veriliyor: Buhari, Nikah 93; Müslim, Cennet 49; İbni Mace Nikah 51

Buhari için kaynağı yanlış göstermiş, 93 değil 94 olmalı. Hadi diyelim ki kaynak olarak kullandığı yerde 93. hadis olarak zikredilmiş olsun. Hadisin Arapça orijinalinde الْعَبْدِ ifadesi geçiyor. Bu ifade erkekler için kullanılır bayanlar için kullanılmaz. (13)

Müslim'in Cennet kitabında ise 49 bab yoktur, 19 bab vardır. (14)

İbn Mace Nikah 51'e baktığımız zaman ise İngilizcesinde ilgili kelimenin "slave" olarak çevrildiğini görüyoruz. (15) "Slave" Türkçeye Cambridge sözlüğünde köle olarak çevriliyor. (16) Tureng sözlüğüne göre "cariye"nin yaygın kullanımı "odalisque" şeklindedir. Yaygın olmamakla birlikte "slave" 9. sırada verilmiş. (17)

Demek ki hadisteki ifade bilinçli olarak cariye anlamıyla seçilmiş ki cariyelerin dövülmesi normal ama hür kadınların dövülmesi normal değil gibi bir çarpıtma yapılabilsin.

Peki İslam'da cariyelerin yahut kölelerin dövülmesine nasıl bakılıyor?

Eğer cariyelerin yahut kölelerin dövülmesi iddia edildiği gibi normal karşılanıyorsa burada bir çarpıtma yoktur ve haklı bir eleştiri vardır.

Eğer cariyelerin yahut kölelerin dövülmesi de normal karşılanmıyorsa burada vurguyu kuvvetlendirmek için bir benzetme yapılmıştır ve bu benzetme art niyetli olarak çarpıtılmaktadır.

Allah Resûlü"nün bu konudaki uyarıları çok açıktır. O şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz hizmetçisini döverken Allah"ı hatırlasın ve derhâl elini çeksin.” Sahâbî Ebû Mes"ûd el-Bedrî anlatıyor: “Kölemi dövüyordum. Arkamdan, "Şunu bil ki Ebû Mes"ûd..." diye bir ses işittim. Döndüğümde Resûlullah"ı karşımda gördüm. “Şunu bil ki Ebû Mes"ûd, Allah"ın senin üzerindeki gücü senin kölenin üzerindeki gücünden daha fazladır.” buyurdu. O anda elindeki kırbacı bırakan ve bundan sonra hiçbir kölesini asla dövmediğini söyleyen Ebû Mes"ûd o kölesini de Allah rızası için azat ettiğini bildirmektedir. İbn Ömer"den nakledilen bir rivayette de Allah Resûlü"nün, “Kim kölesine tokat atar ve onu döverse, bunun kefareti o köleyi azat etmesidir.” buyurduğu ifade edilmektedir. (18)

Ayrıca başka yerlerde İslam'ın hür kadınlar da dahil olmak üzere kadın dövmeyi normal karşıladığını iddia eden bu sitenin işlerine geldiği yerde çarpıtma yapabilmek için İslam'ın hür kadın ile cariye arasında dövme konusunda ayrım yapıp hür kadını dövmeyi normal karşılamadığını üstü kapalı kabul etmiş olmalarını da burada not etmiş olalım.

Köle ve cariyelerin de dövülmesinin normal karşılanmadığı kaynaklarıyla birlikte ortaya konulduğuna göre zerre kadar etik kaygısı olan biri artık İslam'ın hür olsun veya olmasın herhangi bir kadını dövmeyi normal karşıladığını iddia edemez. Böylece Nisa 34'te de Türkçedeki anlamıyla dövmekten değil, Türkçede dövme olarak ifade edemeyeceğimiz daha hafif tepki göstermelerden bahsedildiğinin ortaya çıktığını da antrparantez söylemiş olalım.

Din ve Mitoloji: Muhammed, kölelerinden birini isteyen kızı Fatma'ya, "Arkadaşlarım aç iken ben sana köle veremem." sözünden köleliğin bir ihtiyacı karşılayan mal hükmünde değerlendirildiğini anlıyoruz. Çünkü kölenin sahibi zor durumda kaldığında onu satarak paraya dönüştürecektir. (1)

Cevap: İslam'da kölelik günümüzdeki ev işlerine gelen gündelikçilere veya evde çocuk bakımına yardım eden dadılara benzer bir konumdur. Romalıların, Yunanlıların veya tarihteki farklı milletlerin köleleriyle İslam'daki kölelerin ikisinin de ismi köledir ama mahiyetleri çok farklıdır. Kölenin satılması ise hizmet hakkının devrinden ibarettir. Zaten kölenin hür insanlarla eşit olduğunu vurgulayan ayetleri site yazarı kendi vermiş. Yazının ilerleyen kısımlarında İslam'da kölelere iyi davranılmasını emreden ayetleri de paylaşmış. Bu durumda halen İslam'ı köleyi insan değil mal gibi görmekle suçlamak ya art niyetli ve bile bile çarpıtmanın dibine vurmaktır ya da mantık seviyesi işte o kadardır. Yazı sonunda İslam'a göre köleliğin nasıl bir şey olduğuna tekrar değineceğimiz için şimdilik bu kadarla yetiniyoruz.

Yine yazıda Hz Peygamber'in köleyi azat etmek yerine dayılarından birine hediye etmesinin daha iyi olacağını söylemiş olması dile dolanıyor.

Köle azad etmeyi bu kadar teşvik eden bir Peygamber bu konuda özellikle birilerine hediye edilmesinin daha iyi olacağını söylüyorsa, demek ki orada hediye edilmesi tavsiye edilen kişinin bu hizmete ciddi ihtiyacı olan (belki de fakir ve yatalak) biri olma ihtimali akla geliyor. Kaldı ki Hz Peygamber cariyenin azatlığını da iptal etmiyor. Hz Peygamber çok ekstrem bir durumdan dolayı değil de köle azadına karşı çıktığı için böyle söylemiş olsaydı cariyenin azatlığını iptal ederdi.

Din ve Mitoloji: Aşağıdaki ayette, her ne kadar köleleri azad etmek, zor olan bir iyiliği yapmak olarak görülse de bir yetimi ya da fakiri doyurmak ile eşdeğer görülüyor. (1)

Cevap: İlgili ayetler şunlardır: 

﴾12﴿

 O sarp yol nedir, bilir misin?


﴾13﴿

 Köle âzat etmektir.


﴾14-16﴿

 Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç açık bir yoksulu ­doyurmaktır.


﴾17﴿

 Sonra iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve acımayı öğütleyenlerden olmaktır.


﴾18﴿

 İşte bunlar hakkın ve erdemin yanında olanlardır.


Ayetlerde veciz şekilde anlatıldığı üzere o dönemin en ağır insanî sorunları kölelik, yoksulluk ve merhametsizlikti. O dönem için çareler ise köleleri özgürlüklerine kavuşturmak, yetimi ve yoksulu doyurmak, birbirine sabırlı ve merhametli olmayı tavsiye etmekti.(19)

Din ve Mitoloji: Doğrudan köle azad edilmesi yönünde teşvik olmayan bu ayet... (1)

Cevap: Site yazarı 11-17 arası ayetleri verirken nedense 18. ayeti vermemiş. Halbuki 18. ayete bakıldığında bu davranışı sergileyenler övülerek insanların bu davranışları sergilemesinin teşvik edildiği açıkça görülmektedir.

Din ve Mitoloji: Halbuki şöyle denilmesi gerekmez miydi?: "Kölenizden vazgeçin, onu hürriyetine kavuşturun." (1)

Cevap: Köleliğin ani olarak kaldırılması insan fıtratına ters ve toplumsal olarak yanlış bir istektir. Kölelik aniden kaldırılsa ev geçimi vs gibi hasletlerden mahrum köleler sosyal hayata birden uyum sağlayamayacağı için toplumda kaos meydana gelirdi. Nitekim ABD'de bu durumun olumsuz yansımaları görülmüştür. Nice çalkalanmalardan sonra sistem yavaş yavaş oturmaya başlamıştır. İslam da kölelerin hür bir hayata her yönüyle adapte edilerek kademeli bir şekilde hazır olan kölelelerin azad edilmesini teşvik ederek kaosa sebebiyet vermeyecek şekilde bir reçete önümüze koymuştur.

Yine uluslararası ilişkilerde mütekabiliyet esastır. Tüm milletler sizi köleleştirirken siz aldığınız savaş esirlerini tek taraflı serbest bırakırsanız hiçbir caydırıcılığınız kalmaz. Bir süre sonra kaybedecek bir şeyi olmayan çapulcular tarafından "Ne de olsa yensek kazançlıyız, yenilsek de sonuçta yine serbest kalacağız. Kaybedecek bir şeyimiz yok." diye düşünülerek toplumunuz yağmaya açık hale gelir. Polyannacılık oynamak isteyen buyursun kendini kandırmaya devam etsin ama reel dünyada bu tipler barınamaz ve kendileriyle birlikte liderlik ettikleri toplumları da çapulculara yem ederler.

Realist olmak gerekirse en iyi çözüm İslam'ın yaptığı gibi köleliğin toptan kaldırılmasını insanlığın ortak kararına havale etmek, köleleri her yönüyle yetiştirip hürriyete hazır hale getirerek köle azadını teşvik etmek, her şeye rağmen köleliğin devam ettiği zaman ve coğrafyalarda kölelere iyi davranmayı, onların da bizim gibi insanlar olduğunu akıldan çıkarmamayı emretmektir.

Yine yazıda cariyelerle cinsel temasın caiz olması dile dolanmış ama her cariyeyle dilenildiği gibi serbestçe cinsel ilişki kurulamaz. Tıpkı hür kadınlarla evlilikte olduğu gibi bir çok şartın yerine getirilmesi gerekmektedir.

Ayrıca bu durum cariyenin lehinedir. Çünkü hem cinsel ihtiyaçlarını helal yoldan tatmin etme şansı elde etmiş hem de çocuğu olması durumunda özgürlüğünü elde etmiş olur.

Yine yazıda köle ile hür kişinin aynı haklara sahip olmaması dile dolanıyor. İslam'a göre kölenin tek meşru yolu eğer savaştığınız taraf sizin esirlerinizi köleleştiriyorsa sizin de onların esirlerini köle yapmanızdır. Başka da hiçbir meşru kölelik yolu yoktur. Mütekabiliyetin önemini ve Polyannacılık oynamanın hiç de rasyonel olmadığını yukarıda izah etmiştik.

Hal böyleyken köle denilen insanlar sizi ve sevdiklerinizi öldürmek üzere sizinle savaşan veya idareleri altındaki insanlara zulmeden, sizin uyarılarınıza rağmen bu zulme son vermeyip sizinle savaşan tiplerdir. Şimdi bunlar işledikleri bu suçların karşılığı olarak tabii ki masum insanlara nazaran bir hak kısıtlamasına tabi tutulacaklardır.

Mesela günümüzde bir suçlunun hapse atıldığı zaman masum insanlar gibi seyahat özgürlüğünün kısıtlanmış olmasını dile dolamak ne kadar rasyonel bir duruş olur?

İslam'ı inkarı dogma haline getirmiş tipler haricinde hiç kimse savaş suçlularının hiçbir şey olmamış gibi ellerini kollarını sallayarak dolaşmalarını, hak kısıtlaması olmayıp diğer masum insanlar gibi her haktan diledikleri gibi yararlanmalarını talep ederek kendini komik duruma düşürmez diye tahmin ediyorum.

Yine yazıda Müslüman olan kölelerin Müslüman olmayanlara göre daha değerli olması dile dolanıyor. Tabii ki kendini bunca nimetlerle donatan Yaratıcısına nankörlük etmeyen nankörden daha değerlidir. Site yazarı erdemli bir duruş sergileyen insanlarla nankörlerin aynı değerde olmasını mı istiyor?

Yine yazıda itirazlara çokça konu edilen Bakara Suresi 178. ayet (20) dile dolanıyor. Oysaki ayetleri bağlamından kopararak doğru anlamanız mümkün değildir. Diğer ayetleri, iniş sebebine ve ilk muhatap olan Hz. Peygamber ve Sahabenin bu ayetlerden ne anladığına bakmak şarttır. Bu ayetle ilgili kısaca şu bilgiyi paylaşayım:

Cahiliye devrindeki insanlardan bazıları, kendi adamlarını daha şerefli gördükleri için; karşı tarafa: “Biz şerefliyiz; bizim öldürülen kadınımıza karşılık sizin erkeğiniz; bizim kölemize karşılık sizin hür bir adamınız kısas olacaktır.” diyorlardı. Bakara suresinin bu 178. ayeti, bu yanlış hükmü ortadan kaldırmak için inmiştir. Ayette özetle deniliyor ki; “Bir kadını kadın öldürdüyse, onun kısası söz konusu kadın; bir erkeği bir erkek öldürdüyse onun kısası söz konusu erkek, bir köleyi bir köle öldürdüyse onun kısası da söz konusu köle olur. Yani: katil kim ise, o kısas olur. Nüzul sebebi olan olayda hür, kadın, köle söz konusu olduğu için o kayıtlara yer verilmiştir. Daha sonra kısas konusunda genel hükmü ifade eden “Cana can...”(21) ayeti inmiştir.

Hemen önceki ayette "Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler." diyerek Tevrat'taki bu hükmün halen geçerli olduğu net ifade edilmiştir. (22)

Yine Muhammed Suresi 4. ayet örnek gösterilmiş. Ayette savaşta karşı taraftan esirler alınması yadırganıyor. Oysaki esir alma, modern hukukta da yeri olan bir durumdur ve eleştirilecek bir yönü yoktur. Üstelik ayette "savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin" diyor. (23) Şimdi İslam'da eleştirecek bir şey bulamayınca dile dolamaya kalktıkları ayetler bakar mısınız? İşte bu İslam'ı haklı bir şekilde eleştirememenin acizliğidir.

Din ve Mitoloji: Yetimlerin haklarını korumak için, "Sakın yetimlere haksızlık yapmayın." demesi beklenmez miydi? (1)

Cevap: "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, muhakkak ki karınlarını ateşle doldurmuş olurlar ve cehennemi boylarlar." (24)

Site yazarı bu ayeti bilmediği halde cahil olduğu konularda ahkam kesmeye kalkacak tıynette bir tip mi yoksa bile bile böyle yazarak insanları yanlış yönlendirmeye çalışacak tıynette bir tip mi?

Yine yazıda köle azat etmeyi bir cezaya karşılık olarak öngören ayetler verilerek bu ayetlerin İslam'ın köleliği kaldırmak için bir gayretinin olmadığına delil olduğu iddia ediliyor. Bu iddianın gerçekleri nasıl ters yüz eden bir mantık katliamı olduğunu herkesin kendi zekasına havale ediyorum. Köle azadı emrini bile köleliğin devamı gayreti olarak lanse edecek kadar İslam'da gerçekten eleştirecek bir şey bulamadığını ilan etmiş olan bir acziyet karşısında daha fazla söze lüzum olmadığını düşünüyorum.

Son söz olaral İslam'da köleliğin mahiyetine özet olarak göz atalım:

Yukarıda da değindiğimiz gibi İslam'da kölenin konumu, günümüzdeki ev işlerine gelen gündelikçilere veya evde çocuk bakımına yardım eden dadılara benzer bir konumdur. Yoksa kölelik deyince aklımızda canlandığı gibi ne istenirse yaptırılan, insan yerine konulmayan bir varlık değildir. Zihnimizde canlanan tarzdaki köleliği İslam kesinlikle yasaklamıştır.

İslam, yukarıda bahsedilen Nisa 25 ve Bakara 221 (25) gibi ayetlerde  köle ve câriyelerle evlenmeyi normalleştirmiştir.

Allah rızasına kavuşmak isteyen müslümanların samimiyetle benimsedikleri gönüllü köle azat etme alışkanlığı yerleştirmek, ayrıca bazı günahların kefareti olarak köle azadını şart koşmak suretiyle köleler için hürriyete kavuşma yollarını çoğaltmıştır.(2) (3) (4) (5) (6)

Yalnız İslam hukukunda görülen bir uygulama olarak da devlet gelirlerinin belirli bir bölümünü köle azadına tahsis etmiştir. (5)

Bu arada İslâmiyet kölelere birçok noktada hürlere yakın bir hukukî statü vermiş ve bunu sosyal hayatta uygulamaya koyarak onlara hürriyetlerine kavuşuncaya kadar insanca yaşama imkânı sağlamıştır.

Kölelere hakaret ve işkence etmek yasaklanmış, sahipleri ne yiyor ve giyiyorlarsa onlara da onların yedirilip giydirilmesi istenmiş, güçlerinin yetmediği veya zorlanacak işlere koşulmamaları, koşulurlarsa sahiplerinin onlara yardım etmeleri emredilmiştir. Bu haklar o kadar geniş tutulmuştur ki Cevdet Paşa bu yüzden şu vecize cümleyi ifade etmek durumunda kalmıştır: "İslam'da köle almak, köle olmak demektir."

Burada Gustav Lebon'un şu tesbitlerini aktarmak yerinde olur kanaatindeyim:

"Rık yani kölelik kelimesi, otuz sene önce kaleme alınan Amerikan romanlarını okumaya alışan bir Avrupalının önünde telaffuz olunursa, derhal hatırına, ayaklarına ağır zincirler, ellerine demir kelepçeler takılan, sopalarla dövülerek hayvan sürüleri gibi bir yerden bir yere sevk edilen, bedbaht ve yeterli ekmeğe bile kavuşamayan, karanlık bir taşdan başka evi ve barınağı olmayan o Amerikan köleleri gelir. Ben burada bu durumu isbât etmek üzere ayrıntılara girecek değilim. Fakat gerçek şudur ki, İslâmiyet'teki kölelik Hristiyanların anladığı manadaki kölelik müessesesine tamamen aykırıdır."

Yani bu ikinci nokta ile söylemek istediğimiz şudur: İslâmiyetteki kölelik ve cariyelik müessesesi, Hristiyan âleminde bilinen köleliğe benzememektedir ve İslâmı bilmeyen insanların anlattıkları gibi değildir.

O güne kadar hiç görülmemiş bu yeni statüye göre;

- Hiçbir efendi Allah katında -fazilet ve takvanın dışında- kölesinden daha değerli değildir. Bilakis, Allah katında, daha takvalı, daha faziletli olan köle, efendisinden daha değerlidir.

- Hz. Peygamber (a.s.m)’in azatlı kölesi Hz. Zeyd’i ve onun oğlu Hz. Üsame’yi sahabelerinin başına komutan tayin etmesi, bu kurumun –İslam sayesinde- nerden nereye geldiğinin göstergesidir. (26)

Bir hadis-i şerifle konuyu noktalayalım:

"Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin idarenize vermiştir. Kimin eli altında böyle bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği şeyleri yüklemeyiniz, şayet ağır bir iş yüklerseniz, onlara yardım ediniz." (27)

(7) Buhârî, Keffârât 6 https://sunnah.com/bukhari:6715
(10) Fatiha, 1/5 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=1&ayet=5
(11) Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri http://www.kuranikerim.com/telmalili/nahl.htm
(24) Nisa Suresi 10. Ayet Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=4&ayet=10

(27) Buhari, İman, 22 https://sunnah.com/bukhari:30

30 Temmuz 2021 Cuma

BOŞLUKLARIN TANRISI İDDİASI ÜZERİNE

BOŞLUKLARIN TANRISI NEDİR?

Boşlukla kastedilen anlam, beşeriyetin bilim yoluyla henüz açıklayamadığı olay ve olgulardır, epistemolojik ve ontolojik bilinmezlerdir. Ateistler, teistlerin bilimin nedenini bilemediği hadiseleri Tanrı’ya bağladıklarını ve kendilerince bir izah getirdiklerini iddia ederler. Yani “boşlukta” kalan varlık ve olayları Yaratıcının ilim ve kudretiyle izah etmekte ve O’nun fiilleri olarak görmektedirler. Ne var ki bilim ilerledikçe geçmişin bilinmezleri bugünün malumu olmakta, yani boşluklar yavaş yavaş bilimsel açıklamalarla dolmaktadır. Boşluklar doldukça bir Yaratıcıya duyulan gereklilik de yavaş yavaş yok olmaktadır.

Ne var ki bu iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Kelamla ilgili eserlerde bazen bu tür mucizevi varoluşlardan bahsedilse de kelamcılar, “Biz şu hâdiselerin gerçekleşme şeklini anlayamıyoruz, o hâlde Yaratıcı vardır.” gibi bir mantık yürütmezler.

Yaratıcının varlık ve birliğine dair Akaidle ilgili eserlerde anlatılan delillere bakıldığında bunların, insanoğlunun henüz keşfedemediği mucizevi varoluşlardan ziyade, gayet iyi bildiği, gözlemlediği ve anladığı varlık ve olaylara dayandığı görülür. Kelâmcılar Yaratıcının varlığına en büyük kanıt olarak kâinatta mevcut olan nizam ve intizamı, ahenk ve düzeni, hassas dengeleri(1), sanatlı varoluşları(2), hikmet ve gayeyi, yardımlaşma ve dayanışmayı (3) gösterirler. Evrendeki düzenin, işleyişin, uyumun anlaşılması ve keşfedilmesi ise akla ve bilime bağlıdır.

Kur’ân, devamlı surette sayfa sayfa kâinat kitabını önümüze sererek bunun üzerinde düşünmeyi, akletmeyi, araştırma ve inceleme yapmayı, yeni keşiflere yönelmeyi teşvik eder. Aklını kullananları, mantık ve muhakemesini çalıştıranları över. Bilgisizlikten cahillikten asla medet ummaz. Hiçbir zaman bilimsel keşiflerden endişe etmez. Kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunanların Allah’ın varlık ve birliğini çok daha iyi idrak edeceklerini haber verir.

Kur’ân nazarında Allah’ı tanıtmaları açısından Kur’an ve kâinat kitabı arasında fark yoktur. Kur’an gibi kâinat kitabı da dikkatle ve tefekkürle okunması gereken birer kitaptır. Bir insanın Rabbini kâmil manada tanıması da bu iki kitabı beraber okumasına bağlıdır. Bu açıdan laboratuvarda kâinat kitabını anlamaya çalışan bir Müslüman ile Kur’an okuyup anlamaya çalışan bir Müslüman aynı şekilde ecre nail olacaklardır.

Kur’an ayetlerini okumayan, tefekkür etmeyen, anlamaya çalışmayan ve gereğiyle amel etmeyen Müslümanlar Allah katında sorumlu olacakları gibi, kâinat kitabının ihmal edilmesi de aynı şekilde kişiyi sorumlu kılar. Hatta kâinat kitabını ihmal edenler ilerleyemeyecek, görkemli medeniyetler kuramayacak, bilim ve teknolojide geri kalacak, başkalarının güdümüne girecek ve bu sebeple daha dünyada iken perişan ve derbeder olacaklardır.

SEBEPLERİN MAHİYETİ

Ateistlerin, bilimin ilerlemesiyle beraber tüm “boşlukların” dolacağı ve nihai olarak Yaratıcıya ihtiyaç kalmayacağı savları da tümüyle temelsizdir. Bu savın altında, sebepleri keşfedilen ve bilimsel açıklamaya kavuşan hadiselerin Yaratıcıyla bağlantı kurulmasına gerek kalmayacağı şeklinde bir düşünce yatar.

Buradaki temel mevzu, sebeplerin mahiyetinin doğru anlaşılamamasıdır. Gerçekten bizim sebep olarak gördüğümüz şeyler sonuçları ortaya çıkarmaya güç yetirebilir mi? Bu şekilde her bir nedene bir ilahlık kudreti vehmetmiş olmuyor muyuz? Bir bebeğin yumurta ve spermin birleşmesiyle oluştuğunu anladıktan sonra, bu hadise bizim için bütünüyle bilinir bir hüviyet mi kazanıyor?

Tabii ki öyle değil! Bilim insanları kâinatta cereyan eden bir olayı öncelik ve sonralıklarıyla açıkladıklarında işleyiş, sistem ve mekanizma hakkında bilgi sahibi olurlar. Ama bu sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl var olduğunu bilemezler. Örneğin bir arabayı inceleyen bir mühendis, onun çalışma sistemini çözebilir. Arabanın hangi mekanizmayla hareket ettiğini, hangi parçanın ne işlev gördüğünü anlayabilir. Ama onun bu bilgisi, bu sistemin nasıl ortaya çıktığını, nasıl olup da tüm parçaların uyumlu bir şekilde birbirine monte edildiğini, arabayı inşa eden tasarımcının hedef ve maksadını açıklayamaz. Aksine arabadaki sistemi, mühendisliği, tasarımı gören bir insan, bu arabanın bir ilme, şuura, iradeye, plan ve projeye dayalı olarak üretildiğini anlar, dolayısıyla da arabadan arabanın kurucusuna/yapanına giden yolu bulur.

Şekli, rengi, kokusu ve tadı çeşit çeşit meyvelerin sebebi ağaçlardır, yani odun parçalarıdır. Veya ağaçları da ayakta tutan su, güneş ışınları ve havadır. Hakikaten anne karnında oluşan yavrular yahut ağaçlarda asılı duran meyveler bizim “sebep” dediğimiz olayların “yaratabileceği” varlıklar mıdır? Her şey bu kadar basit midir? Maddi sebepler ve kör rastlantısallıklar bir canlı organizmayı vücuda getirebilir mi? (4) Bunu kabul ettiğimiz zaman nedenlere fevkalade bir güç ve harikulade bir ilim atfetmiş olmuyor muyuz?

İşin doğrusu şu ki, sebepleri de neticeleri de yaratan Allah’tır. Aslında beşerin sebep zannettiği hadiseler sadece zahiri/görünen sebeplerdir; hakiki sebep ise Allah’ın yaratmasıdır. Vehmedildiği gibi kâinatta mutlak bir determinizm yoktur. Belirli sebeplerin varlığı, zorunlu olarak sonuçları ortaya çıkarmaz/çıkaramaz. Sebeplere bu kuvveti veren, onları da yaratan Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’tır.

Bilim insanları, sebepleri, tümevarım yoluyla bulurlar. Örneğin binlerce kez ateşin yaktığını gördükten sonra, yanmanın sebebini ateşe bağlarlar. Esasında gözlemlediğimiz şey iki hadise arasındaki zamansal olarak peş peşe gelmedir, korelasyondur. Fakat bu iki olay sürekli zamansal olarak peş peşe cereyan ettiği için biz birini diğerinin sebebi kabul ederiz. Evrende yaptığımız gözlemler sonucunda olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini de bu şekilde buluruz. Bu aynı zamanda bize evrende müthiş bir düzen olduğunu gösterir. Nitekim böyle bir düzen olmasaydı ilimlerin vücut bulması mümkün olmazdı.

Bilim insanları her ne kadar araştırma ve çalışmalarını devam ettirebilmek ve bilimsel keşiflere imza atabilmek için nedensellik ilişkisini kabul etmek ve buradan hareket etmek zorunda olsalar da, aslında, iki olay arasında zorunlu bir ilişki olduğunu objektif olarak ispatlamak mümkün değildir. Beşerin gözlemlediği şey, B’nin sürekli A’dan sonra geldiğidir. Biz A’nın B’yi vücuda getirecek bir ilim ve kudrete sahip olmadığını bildiğimize göre mantıksal olarak şu sonuca varırız: Bu ikisinden bağımsız ilim ve irade sahibi bir kudret bu ikisi arasında bir korelasyon kurmaktadır. Dolayısıyla aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın nihai ve hakiki anlamda “sebep” olması mümkün değildir.

Bizler, evrende meydana gelen hadiseler arasında mutlak determinizm var olduğunu, yani ortaya çıkan varlık ve hadiselerin maddi sebepler eliyle vücuda geldiğini kabul ettiğimiz zaman; müthiş düzen ve uyumu ve bu müthiş düzen ve uyumun devam etmesini olasılık hesaplarıyla bile izah edilmesi mümkün olmayan kör rastlantısallıklara, şuursuz sebeplere ve akılsız maddeye bağlamış olacağız. Halbuki “doğa yasası” dediğimiz olaylar sadece Allah’ın birer yaratma kanunudur, yani sünnetullah ve âdetullahtır.

BOŞLUKLAR DOLACAK MI?

Varlık hakkındaki malumatımızın artması insanoğlu için boşlukları azaltıyor mu, yoksa daha da mı artırıyor?

Bilim insanlarının sözlerine bakılırsa, bilim ilerledikçe bilmediğimiz ne kadar çok şey olduğunu daha iyi öğreniyoruz. Keşfedilen her bir bilimsel gerçek, beşeriyet için keşfedilmeyi bekleyen alanı daha da büyütüyor. Canlılıkla alakalı malumatımız arttıkça, önceki insanların hayal bile edemeyeceği komplekslikle karşılaşıyoruz. Çağımızda bilmediğimizin farkına vardığımız varlıkların miktarı, önceki insanlara göre çok daha fazla.

İşin ilginç yanı, neyi bilip neyi bilmediğimizin de halen yeterince ayırdında değiliz. Şimdi çok iyi bildiğimizi vehmettiğimiz şeyleri, daha sonra hiç de bilmediğimizin ya da eksik veya yanlış bildiğimizin farkına varıyoruz. Bilimin o günkü açıklamaları belli bir dönemin insanlarını fazlasıyla tatmin ederken, daha sonraki dönemlerde bu açıklamalar bütünüyle ikna edici özelliğini kaybediveriyor.

Son olarak bilimin alanına girmeyen bir çok boşluk olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Mesela ahlakî yargılarımız ve değerlerimiz bilimden ziyade felsefe ve dinin alanına girmektedir. Beşerin yaratılış gayesi, anlam arayışı, varlığın kökeni gibi konulara bilimin vereceği cevaplar yoktur veya sınırlıdır.

YARATICININ VARLIĞINI KABUL ETME BİLİMSEL ÇALIŞMANIN ÖNÜNDE ENGEL MİDİR?

Ateistlerin mevzuyla ilgili diğer bir iddiaları da şudur: Evrendeki varlık ve olayları Yaratıcıya bağladığınız anda, artık onların sebep ve mahiyetlerini araştırmanıza gerek yoktur. Zira bildiğiniz ve anladığınız bir hadiseyi araştırmaya ihtiyaç hissetmezsiniz. Madem her şey Yaratıcının yaratmasıyla vücud buluyor, bu durumda niçin bunlar hakkında araştırma yapalım ki?

Müslümanların en büyük bilimsel keşiflerini yaptıkları asırlarda, dini ilimler de zirvededir. Hatta matematik, astronomi, tıp gibi bilimsel alanlarda eser veren bir çok Müslüman bilim adamının aynı zamanda dini ilimlere dair verdiği eserler de vardır. Onların Kur’an’a bağlılığı, vahyi referans kaynağı olarak kabul etmeleri, Allah’a iman etmeleri hiçbir şekilde bilimsel çalışmalarının önünde engel teşkil etmemiştir. Yani İslâm’ın bilhassa üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır. (4) Salt Müslümanlar da değil, son birkaç yüzyıla gelinceye kadar Batı’da yetişmiş en ünlü bilim adamları da dindar birer Hristiyan’dır. Galileo, Kopernik, Kepler, Pascal, Boyle, Newton, Faraday, Mendel, Pasteur, Kelvin, Maxwell gibi tarih boyunca bilime en büyük katkıları yapan bilim insanlarının tamamı Tanrıya inanmışlardır. Üstelik onların bu inançları bilim yapmalarına engel olmamış aksine bu inanç, onların ana ilham kaynağı olmuştur. (5)

Örneğin Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam manasıyla yetişmiş olmayı arzu ediyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” (6) Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle açıklamıştır: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (7)

Demek ki, evrendeki varlık ve hadiseleri yaratan bir Yaratıcının var olduğunu kabul etme, varlık üzerinde araştırma ve bilimsel çalışma yapmanın önünde asla bir engel değildir. “Ateist bir yaklaşımla daha iyi bilim yapılacağı” savı hiçbir tutarlı ve objektif kanıta dayanmaz. Bir cümlenin yazarı olduğunu kabul etmek, dil bilgisi kuralları açısından onu tahlil etmemize, bir sanat eserinin yapanını bilmemiz onu incelememizi mani olmadığı gibi, kâinattaki varlık ve olayların bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına inanmamız da onlar hakkında araştırma yapmamıza engel değildir.

Aksine, Allah'a olan imanı bir mü’mini daha fazla araştırma ve incelemeye sevk eder/etmelidir. Zira Allah, eserleriyle bilinir. Varlıkla alakalı inceleme ve araştırmalar geliştikçe, Allah’ın tecellileri, yaratması ve icraatları hakkında daha detaylı bilgilere ulaşılacak ve marifetullah konusundaki bilgimiz de artacaktır. Kelam alimleri de Allah’ın varlığıyla alakalı bilgi sahibi olma vesilesi olarak “nazar ve istidlali” göstermiş, yani mü’minleri varlık üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye, inceleme ve araştırma yapmaya sevk etmişlerdir. Bu sebepledir ki Allah inancının bilimsel çalışmaların önünde engel olması bir yana, onları teşvik edici bir rolü vardır.

İmanın başka önemli bir yararı da bilim insanlarını hapsoldukları fiziksel alemin dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Esas amaçları gerçeği araştırmak ve bulmak olan bilim insanlarının çalışmalarını yalnızca doğa içinde kalarak devam ettirmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Zira gerçek, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar derindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik açıklamaların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim insanının görevi en iyi naturalistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (8)
Son olarak insanın fıtratı gereği sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Geçtiğimiz yüzyılda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, amaçsız, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi. (4)

SON SÖZ YERİNE

Bilim ne kadar gelişirse gelişsin, onun verilerinden yola çıkılarak bir Yaratıcı olmadığı sonucuna varılamaz. Çünkü bir Yaratıcının yokluğu bilimsel olarak ispat edilemez. Kaldı ki, ateistler tersini iddia etse de, biz apaçık bir şekilde görüyor, anlıyor ve bu anlayışın neticesinde öyle iman ediyor ve Kur’an’ın haber vermesiyle çok iyi biliyoruz ki bilim ilerledikçe Allah’ın varlığına ve birliğine daha güçlü şahitlik edecektir.

Son olarak şunu da vurgulayalım ki Allah, sadece boşlukların değil; maddi-manevi, bilinen-bilinmeyen, küçük-büyük bütün varlıkların, sistemlerin, sebeplerin, yasaların, olayların, zaman ve mekânların yaratıcısıdır. Çünkü yasa koyucu olmadan yasa olmaz. Kâtip olmadan yazı açıklanamaz.

DİPNOT:

(5) Emre Dorman. “Din-Bilim İlişkisi: Hangi Din? Hangi Bilim?” s. 230 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/761697


Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...