17 Ağustos 2021 Salı

TEKFİR VE TADLİL ÜZERİNE

  

Tekfir, özetle bir kişinin kâfir olduğunu, tadlil ise dalalette (sapkın) olduğunu ifade etme anlamına gelir. Sapkın bireylerden meydana gelen mezhep ve gruplara “fırak-ı dâlle” denir.

İslâmî hükümleri bozdukları ve değiştirdikleri sonucuna ulaşılan kişiler için ehl-i bid’a (bid’atçılar) ve ehl-i heva (dini bırakıp hevalarına uyan kimseler) gibi kavramlar da kullanılır. Kur’an ve Sünnet nasların zahiri manalarının dışına çıkararak keyiflerince bir din yorumu ortaya koyan fırkalara ise bâtınî hareketler denilmiştir.

Yine mülhid ve zındık kavramları da sahih İslâm itikadına muhalif inanç ve görüşleri benimseyen kimseler için kullanılır. Hakikatte inanmadığı hâlde inanmış gibi görünen şahıslar ise münafık olarak isimlendirilir.

Toplumdaki sapkınlıklara karşı susmanın bir kısım zararları olduğu muhakkaktır. Ama asılsız ithamlarla Müslümanları yaftalamanın zararları çok daha fazladır. O kapı bir kez açılırsa telafisi mümkün olmayan fitneler, ayrılıklar ve kargaşalar yaşanacaktır. İnsanlar, kendi düşünce yapılarına, mezheplerine, meşreplerine aykırı bireyleri fitneci, hain, sapkın, münafık ilan etmekte gecikmeyecektir. Suizanların, karşılıklı suçlamaların, yaftalamaların önüne geçilemeyecektir. Bu da toplumsal uyumu bozacak, herkesi töhmet altında bırakacak, karşılıklı güveni yıkacak ve ümmetin birliğini parçalayacaktır.

Ama maalesef Müslüman toplumlarda geçmişten beri tekfir ve tadlile engel olunamamıştır. Bilhassa Haricilerin ve Şiilerin, tekfir kültürünün yayılmasında başı çektiği söylenebilir. Mesela Şiiler, başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman olmak üzere sahabenin büyük bir çoğunluğunu dinden çıkmakla suçlamışlardır. O kadar ki Şiilerin sahabe içerisinde Müslüman olarak kabul ettiklerinin sayısı beş altıyı geçmemektedir.

Bu aşırı grupların karşısında duran Müslüman çoğunluk, siyasi anlaşmazlıklara karışan, sahabe kanı döken, meşru halifeye baş kaldıran veya daha başka günah işleyen kimselerin tekfirine karşı çıkmıştır. Maalesef Ehl-i Sünnet’in bu gayretleri, fitne kapısını kapatmaya ve tekfir ideolojisinin önüne geçmeye yetmemiştir.

Hatta tekfiri netice veren inanç ve fiillerin teorik çerçevesini net ifadelerle ortaya koyan ve ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini çok önemli bir dinî disiplin olarak vaz eden Sünnî âlimler dahi, yer yer tekfirden kurtulamamıştır. Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığı, Cennet veya Cehennem’in şu anda yaratılıp yaratılmadığı, Allah'ın bir takım sıfatlarının mahiyeti, kabir azabının var olup olmadığı, Allah'ın görülmesinin imkânı, tevessül, iradenin mahiyeti gibi temel iman esasları arasında yer almayan ve nasların farklı yorumlanmasından kaynaklanan bir kısım meselelerden ötürü ehl-i kıble olmalarına bakmadan belirli şahıs ve grupları tekfir etmişlerdir.

Ne yazık ki tekfircilik ve dışlayıcılık, çağımızın da en büyük felaketlerinden biri olmaya devam etmektedir. Özellikle selefiler, terör örgütleri ve radikal eğilimleri bulunan daha başka Müslümanlar, çok küçük nedenlerle Müslümanları kafir ilan edebiliyor, sapkınlıkla suçlayabiliyorlar.

ÖNE ÇIKAN SEBEPLER

Hiç şüphesiz böyle bir katılık ve sertliğin, dışlayıcılık ve ötekileştirmenin altında yatan öncelikli sebep, cehalet ve bağnazlıktır. Daha açık bir ifadeyle Kur’an ve Sünnet’i bütüncül bir nazarla değerlendirememe, siyer felsefesini doğru okuyamama, makasıd-ı ilâhiyeyi anlayamama, mezhep bağnazlığından kurtulamama tekfircilerin temel problemleridir.

Hakikat tekelciliği yapma, dogmatizm, farklılıklara karşı hoşgörüsüzlük gibi faktörler de tekfirin altında yatan sebeplerdendir. 

Tüm bunlara ek olarak tekfir ve tadlilin önemli bir nedeni de zorba rejimlerdir. Siyasi hırs ve menfaatlerini her şeyin önünde tutan zorba yöneticilerin, bütün aykırı sesleri kısma, muhaliflerini sindirme ve düşmanlarını ezme adına kullanageldikleri önemli silahlardan birisi de tekfir olmuştur.

Zorba yöneticilerin, muhalifleri ezme ve yok etme adına ihtiyaç duydukları halk desteğini elde etmelerinin ve muhaliflere karşı uygulayacakları gayriinsani ve gayrikanuni yöntemleri meşrulaştırmalarının en pratik ve elverişli yolu muhaliflerin halk nazarında itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesi, toptan değersizleştirilmesi ve hatta ötekileştirilmesi ve şeytanlaştırılmasıdır. Çünkü bu yapılabildiği takdirde halk, onlara reva görülen her türlü baskı, zorbalık, şiddet ve işkence karşısında “Zaten hak etmişlerdi” diyecek; soykırıma varan zulümler ve haksız bir şekilde sürdürülen cadı avı karşısında kimsenin vicdanı sızlamayacaktır.

İşte bu aşamada yöneticiler açısından din ve din adamları “son derece kullanışlı bir araca” dönüşür. Onlar, ezmek ve yok etmek istedikleri muhalifleri, ilk olarak din adamları aracılığıyla tekfir ve tadlil ederler.  Yani onların, sahih din anlayışını terk ettikleri, dinle bir bağlarının kalmadığı ve dahası dini tahrip ettikleri iftirasını yayarlar. Bir anda söz konusu muhalifler; din, halk ve ümmet için sapkın, bid’atçi, fitneci ve ayrılıkçı birer unsur haline gelirler.

Kimse yöneticilerin baskısı altında ezilen “sapkınlara” sahip çıkmayacaktır. Sahip çıkma bir tarafa toplum, bu “sapkınlara” haddini bildirmesi için yöneticilerin yanında yer alacak, kendilerini “sapkınlardan” kurtardığı için yöneticilere minnet ve şükran duyacaktır. (1)

KUR’ÂN'DA TEKFİR

Kur’ân'da mü’minleri küfürle itham etmeme mevzusunda önemli ilkeler vazedilir. Mesela bir ayette şöyle buyrulur: Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. (2)

Bu ayet, tekfirle ilgili çok ehemmiyetli prensipler içerir. Evvela Yüce Allah, mü’minlere, zahire göre hüküm vermelerini emir buyurur. Şayet bir insan selam verme gibi Müslümanlığın ehemmiyetli bir alametini üzerinde taşıyorsa, onun mü’min olduğuna hükmedilir. Hiç kimseni, bu tarz bir insana “Hayır, sen mü’min değil, kâfirsin” demeye hakkı yoktur. Zira ayet, bunu açıkça yasaklamıştır.

Öbür yandan ayetin başında ve sonunda iki defa فَتَبَيَّنُوا fetebeyyenû/ bir şey açıklığa kavuşuncaya kadar iyice araştırma yapın emri tekrar edilir. Bununla Yüce Allah, önyargılarla ve zanla hüküm vermeyi yasaklamış; bir bireyin veya grubun iman veya küfür üzere olup olmadığını anlamak için onlara iyice araştırma ve inceleme yapmayı emretmiş; sağlam bir tahkikat yapılmaksızın insanlar hakkında olur olmaz bahanelerle aceleden verilen hükümlerin tehlikesine dikkat çekmiştir.

Ayrıca söz konusu ayet, “dünya hayatının geçici ve az bir menfaatini elde etmek için” ibaresiyle tekfirin arkasında yatan temel bir nedene de dikkat çekmiştir.

Ayetin devamında mü’minlere hitaben, Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu.” hatırlatması yapılıyor. Bir yönüyle ayet, onları empati yapmaya ve insaflı olmaya davet ediyor. Bu insanlar hakikaten mü’min olmamalarına rağmen korktukları veya çıkar peşinde oldukları için kendilerini Müslüman gibi göstermiş de olabilirler. Ama bu insanların da bir gün yanlışlarından dönmeleri ve imanla şereflenmeleri mümkündür. Bize düşen, bir kısım ipuçlarından hareketle hemen tekfire hükmetmek değil, zahire göre amel etmektir.

Son olarak Allah, Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” buyuruyor. Allah, Habîr ismiyle her şeyden haberdar olduğuna, her şeyin iç yüzünü bildiğine göre, tekfircilerin amel ve niyetlerine de vâkıftır. Fakat onlar, hiç kimsenin içini bilemezler. Niyet okuyarak hareket edemezler. Şayet fani dünyadaki çıkarları için tekfire kalkışırlarsa da Allah tekfircilerden bunun hesabını sorar.

Kur’ân-ı Kerim, Uhud günü Hz. Peygamberin, “Gelin Allah yolunda savaşın.” çağrısını reddeden ve mü’minleri savaş meydanında bırakarak gerisin geriye dönen münafıklar hakkında şöyle buyurur: Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. (3) Bu ayetin de mü’minlere verdiği önemli dersler vardır. Allah, ayetin başında bizzat “münafık” olarak adlandırdığı kimseler için “kafir” dememiştir. Onların “küfre daha yakın” olduklarını beyan buyurarak, imanla da ilgilerini kurmuştur. Yani onların sadece dilleriyle söyledikleri sözlere bile bir kıymet atfetmiştir. Ayetin tekfir konusunda ihtiyatlı ve dikkatli olunması gerektiğine işaret buyurduğunda şüphe yoktur.

Konuyla ilgili diğer bir ayet ise kalblerine iman girmediği halde dilleriyle mü’min olduklarını söyleyen bedeviler, İslâm dairesi içinde kabul edilmiştir. Ayetin devamında, “Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez. buyrularak onlara hidayete giden yol gösterilmiştir. (4) Kur’ân’ın bu üslubu, mü’minlere, dışlama ve ötekileştirmenin değil, kapsayıcı olma ve kucaklamanın ehemmiyetini göstermektedir.
“Mü’minler ancak kardeştirler.” (5) ayeti de bu konuda çok temel bir İslamî ilke vaz eder. Mü’minler kardeşlerine art niyetle ve suizanla değil, iyi niyet ve hüsnüzanla muamele etmelidir.

Yine Kur’an’ın yumuşak söz söylemeyi, hikmet ve güzel öğüdü, güzel muameleyi, ihsanı, adaleti, şefkat ve merhameti emreden; katılığı, zanna göre hüküm vermeyi, bilgimizin olmadığı şeylerin ardına düşmeyi yasaklayan beyanları da tekfir ve tadlil yoluyla insanları dışlamanın ve ötekileştirmenin doğru olmadığına delalet eder.

SÜNNETTE TEKFİR

Hadislerde mü’minlerin yahut mü’min görünen şahısların tekfir edilmemesinin lüzumu üzerinde ısrarla durulur. Mesela Allah Resûlü (s.a.s) şöyle buyurur: “Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi de yerse işte o Müslümandır. Dolayısıyla Allah’a hıyanet edip de sakın ona dokunmayın.” (6Bu hadiste Müslümanlığın işareti olan başlıca fiiller sayılmak suretiyle, bu amelleri yerine getiren kimselerin tekfir edilemeyeceğine işaret buyrulmuştur.

Başka bir hadislerinde Allah Resûlü, “İmanın üç temel özelliğinden biri ‘La ilâhe illallah’ diyene dokunmamaktır. Biz ne bir günah sebebiyle onu tekfir ederiz, ne de bir amel yüzünden İslâm’dan çıkarırız.” (7) şeklindeki beyanlarıyla kelime-i tevhidi söyleyen kimselerin tekfir edilemeyeceğini haber verir. Bu da zahire göre hükmetmenin dinde önemli bir asıl olduğunu gösterir. Buna göre kelime-i tevhidi söyleyen bir kişinin Müslüman kabul edilmesi gerekir. Hz. Peygamberin başka bir hadislerinde beyan ettiği üzere böyle bir kişinin içinde gizlediği şeylerin hesabını görmek, Allah’a aittir. (8)

Hz. Peygamberin hayat-ı seniyyelerine bakılacak olursa, onun tatbikatının da zikredilen bu esaslara uygun olduğu görülür. Zira O, Allah’ın bildirmesiyle münafıkların kimler olduğunu biliyordu. Sahabeden bazılarına da bildirmişti. Fakat onlara Müslüman muamelesi yapıyordu. O, kâfirliğini açık bir şekilde ilân etmediği müddetçe hiç kimseyi tekfir etmemiştir. Böyle bir yaklaşımın, münafıkların zamanla samimi birer mü’min hâline gelmeleri adına önemli bir siyaset olduğunda şüphe yoktur.

Yine Hz. Peygamberin (s.a.s), savaşta kelime-i tevhidi söylediği halde samimiyetine inanmayarak düşmanını öldüren bazı sahabilere göstermiş olduğu tepki de, mü’minleri tekfir etmeme ve zahire göre amel etme prensibinin bir neticesidir. Örneğin Usame b. Zeyd, bir seriyye sırasında “La ilahe illallah” demesini umursamadan yakaladığı bir düşmanı öldürür. Fakat yaptığı amelin doğruluğundan emin olamadığı için durumu Allah Resûlü’ne haber verir. Hz. Peygamber, kelime-i tevhidi söyleyen bir kişiyi nasıl olup da öldürdüğünü sorunca Hz. Usame, adamın canını kurtarmak için bunu söylediğini ifade eder. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Yarıp kalbine mi baktın!” der. Bu ifadeyi o kadar tekrarlar ki Hz. Usame, “O gün Müslüman olsaydım da o adamı öldürmeseydim!” temennisinde bulunur. (9)

Şu hadis-i şerif de tekfiri yasaklayan en açık ve kesin delillerdendir: “Her kim Müslüman kardeşine ‘Ey kâfir’ derse, onlardan biri muhakkak öyledir.” (10Buna benzer diğer bir rivayet ise şu şekildedir: “Bir kimse diğerini fasıklık veya kâfirlikle itham etmesin. Suçladığı kimse fasık veya kâfir değilse, bu sıfatlar kendisine döner.” (11)

Bu hadisler, tekfire kalkışan mü’minler için büyük bir tehlike içerir. Haksız olarak tekfir eden bir kimsenin kâfir olacağını haber verir. Böyle bir hadis karşısında mü’minlerin takınması gereken tavır, diğer mü’minleri küfre, nifaka veya fıska nispet etmeme noktasında çok dikkatli olmalarıdır.

Hz. Peygamberin Sünnetine riayet eden sahabe de, ehl-i kıbleyi tekfir etmeme mevzusunda olabildiğince hassas hareket etmiştir. Örneğin Hz. Ali, iç savaşların yaşandığı bir dönemde rakiplerini tekfir eden taraftarlarını uyarmış, onların “kafir” değil, “kendilerine karşı haksızca isyan eden kardeşleri” olduğunu ifade etmiştir. Yani O, meşru devlet başkanına karşı isyan eden ve sahabe kanı döken asilerin dahi mü’min kardeşleri olduğunu vurgulamıştır.

EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNE GÖRE TEKFİR

Ehl-i Sünnet âlimleri, ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. (12) Onlar, işlenen günahlardan yahut usulüne uygun yapılan farklı tevil ve tefsirlerden ötürü hiçbir Müslümanın tekfir edilemeyeceğini söylemiştir.

Bir insan kelime-i şahadet getirmekle, yani Allah’ın varlığını ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini ikrar etmekle İslâm’a girer. Kelime-i şahadet getiren bir kimse imanın diğer rükünlerini de zımnen kabul etmiş olur. Onun kafirliğine hükmedilebilmesi için de bunlardan birinin varlığını inkâr etmesi gerekir. Bu temel ilke ihlal edilerek bir kısım fikir ve amellerinden ötürü insanları küfürle itham etmek dinin ruhuna zıttır. Hz. Peygamberin (s.a.s) hadisiyle sabittir ki bunun zararı da tekfircilere döner. (10) (11)

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre dolaylı metotlarla kimsenin kafirliğine hükmedilemez. Yani biz, inancını açıkça ilan etmediği sürece, bir insanın söz ve fiillerini yorumlayarak onun hakkında hüküm veremeyiz. Kelam âlimlerine göre bir şahsın kâfir olması için, küfrü bilerek ve isteyerek kabul etmiş olması lazımdır. Diğer bir ifadeyle bir şahsın bir takım söz ve fiilleri küfür anlamına gelse dahi o, dinden çıkmayı hedeflemediği müddetçe kafir olduğuna hükmedilemez. (13) Bediüzzaman’ın, “Bazen kelam küfür görünür; fakat sahibi kafir olmaz.” vecizesi de aynı şeyi vurgular. (14)

Yine Ehl-i Sünnet âlimlerine görene kadar önemli olursa olsun farzların terk edilmesi veya ne kadar ağır olursa olsun haramların irtikâp edilmesi bir insanı dinden çıkarmaz; onu günahkâr (fasık) yapar.

İmam Tahavî mevzuyla ilgili Ehl-i Sünnet’in bakış açısını şöyle özetlemiştir: "Bizler kıble ehlinden herhangi bir kimseyi helal görmediği sürece herhangi bir günah dolayısıyla tekfir etmeyiz." (15)

Âlimler, tekfirde her zaman ihtiyatlı olunmasının lüzumunu vurgulamış, bir Müslümanı kâfir kabul etmedeki yanılgının, bir kâfiri Müslüman kabul etmedeki yanılgıdan çok daha ağır olduğunu ifade etmişlerdir. Yine Ehl-i Sünnet âlimlerin ortaya koyduğu kıstaslara göre bir Müslümanın kanını dökmektense, bir kâfiri cezasız bırakmak daha iyidir. İmam Gazzalî'nin deyişiyle “Bir Müslümanın kanını dökmektense, bin kâfiri cezasız bırakmak evladır.” (16)

Bu konuda ortaya konulan diğer bir ölçü ise şudur: 100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun Müslüman olduğuna hükmedilmelidir. (12)

Âlimleri bu derecede titiz davranmaya yönlendiren etmen, insanların iç dünyalarını bilmenin, duygu ve düşüncelerine muttali olmanın, içinde yaşadıkları şartları ihata etmenin imkânsızlığıdır.

Kaldı ki tüm bu koşulların mevcut olduğu ve ortada herhangi bir engelin bulunmadığı durumlarda dahi, mü’minlerin tekfir ve tadlile sarılmalarını emreden bir nas yoktur. Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri mevzuyu çok güzel özetlemektedir: “Kınamamak ve tekfir etmemekte şeriatın bir emri yok, fakat kınamada ve tekfirde şeriatın hükmü var. Kınama ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfiri ve kınamayı hak eden hadsizdir. Fakat kınamamak, tekfir etmemekte şeriatın hiçbir hükmü yok, hiç zararı da yok.” (17)

Tek bir bireyin bile tekfir edilmesinin Allah katında bir hesabı varsa; bir grubun, cemaatin veya hareketin tekfir veya tadlil edilmesinin hesabı çok daha ağır olacaktır. Bunu yapan bir şahıs, Allah huzurunda söz konusu grubun bütün üyeleriyle tek tek hesaplaşacak, eğer söylediği sözlerde haksız ise altından kalkılması mümkün olmayan ağır kul haklarıyla karşı karşıya kalacaktır. Âlimler tek bir bireyin tekfirinde dahi ince ve dakik ölçüler getirmeye çalışmış ve mü’minleri tekfirden uzak durmaya çağırmışken, toptan yapılan tekfirlerin dinden cevaz alabilmesi mümkün değildir.

SON SÖZ YERİNE

Sonuç olarak bu mevzudaki en sağlam yöntem, tekfiri gerektirecek söz ve fiilleri belirtmekle yetinip, şahısları tekfir etmekten kaçınmaktır. (12) Yani meselenin kişi değil, ilke temelinde ele alınmasıdır.

Yapılması lazım gelen, tekfircilik değil, bireyleri tekfire sürükleyen nedenlerin saptanarak bunlarla mücadele edilmesidir. Bilhassa mü’minler arasındaki mücadele ve anlaşmazlıkların engellenemediği günümüz dünyasında, tekfir ve tadlil gibi bu anlaşmazlıkları büyütecek argümanlar lazım değildir. Aksine hoşgörü ve barışı öne çıkarmak suretiyle birlik ortamını tesis edebilmektir.

Yine Bediüzzaman’a ait bir sözle ifade edecek olursak, din, dahilde olumsuz tarzda kullanılmamalıdır. (18) Âlimler, zorba rejimlerin muhalifleri yola getirme ve cezalandırma adına dini suiistimal etmelerine, toplum fertleri arasında fitne tohumları ekmelerine müsaade etmemelidir. Müslüman olmayanların yüzüne dahi “kafir” denilmesini hoş görmeyen bir dinin (19) mensuplarının, din kardeşleri hakkında ağır hakaretlerde bulunmaları, en başta mensup oldukları dine zarar verecektir. Şayet Müslümanların faydası düşünülüyorsa, katılık ve bağnazlığın ortaya çıkardığı dışlayıcı ve ötekileştirici tavırlar bir kenara bırakılarak, kapsayıcı ve kucaklayıcı bir dinî söylem tercih edilmelidir. 

DİPNOT:

(1) Zorba Yöneticilerin zulümlerini onaylamayan alimleri ve talebelerini nasıl baskı altına aldıklarının örnekleri için bkz https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/08/islamda-yonetici-alim-iliskileri.html
(2) en-Nisa, 4/94 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=4&ayet=94
(3) Âl-i İmran, 3/167 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=3&ayet=167
(4) el-Hucurât, 49/14 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=49&ayet=14
(5) el-Hucurât, 49/10 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=49&ayet=10
(6) Buharî, Salat 28 https://sunnah.com/bukhari:391
(7) Ebu Dâvud, Cihad 33 https://sunnah.com/abudawud:2532
(8) Müslim, İman 8 https://sunnah.com/muslim:23a
(9) Müslim, İman 41 https://sunnah.com/muslim:96a
(10) Buharî, Edeb 73 https://sunnah.com/bukhari:6103
(11) Buharî, Edeb, 44 https://sunnah.com/bukhari:6045
(13) Hilmi KARAAĞAÇ, EHL-İ SÜNNET’E GÖRE TEKFİR PROBLEMATİĞİ, Atatük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 40 s. 183-184 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/31187
(14) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 28. Lem'a s. 433 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-sekizinci-lema/433
(15) İbn Ebi’l-İzz el-Hanefi, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahaviyye, s. 191 https://d1.islamhouse.com/data/tr/ih_books/single/tk_Explain_the_doctrine_Tahhaawiyyah.pdf
(17) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, s. 152 kısman günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/emirdag-lahikasi-i/152/152
(18) Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, s. 54 kısman günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/kaynaklar/kitaplar/kucuk-kitaplar/sunuhat-tuluhat-isarat/54

12 Ağustos 2021 Perşembe

ALGI YÖNETİMİ VE ALGI YÖNETİMİ İLE İSLAMİ MÜCADELE

  

Müslümanlar gerek Mısır'daki İhvan-ı Müslimin örneğinde olduğu gibi kendi ülkelerinde, gerekse de küresel ölçekte algı yönetimi ile mücadele etmek ve kendileri hakkında çizilen olumsuz imajların doğru olmadığını göstermek zorunda kalıyorlar. Ayrıca ülkelerde çıkarılan iç karışıklık ve toplumsal çatışmaların arkasında da yine algı yönetimini görüyoruz.  Peki algı yönetimi nedir ve algı yönetimiyle İslami olarak nasıl mücadele etmek gerekir?

Etrafımızda meydana gelen hadiselere yahut nesnelere yönelik duyu organları aracılığıyla elde ettiğimiz verilerin zihin dünyamızda oluşturduğu anlamlara algı deniliyor. Başka bir deyişle algı, beş duyu organımızla çevremizden topladığımız bilgilerin beynimizce anlamlı şekil ve resimler haline getirilmesi, yani tanımlanması ve yorumlanmasıdır. (1)

Tüm bu tariflerden de görüleceği gibi algılar subjektiftir. Algıların subjektif olması, hakikatle daima aynı olmadıklarını da gösterir. 

Taklit, bağnazlık, tarafgirlik, önyargı ve şartlanmışlık gibi hastalıklar, beynin, ona gelen verileri sağlıklı olarak analiz etmesine ve doğru sonuçlara ulaşmasına mâni olur. Bu sayılanlar doğru algıların önündeki bireysel engellerdir.

Bireysel engellere ek olarak bir de kasıtlı olarak algıyla hakikatin arasının açılmasına sebep olan, daha doğrusu insanların yanlış bilgi ve kanaatlere sahip olmasına neden olan dış faktörler vardır. Bunlara manipülatör denir. Onlar türlü türlü teknik ve metotlarla insanları aldatırlar. Bazen doğru bilgileri çarpıtarak, bazen yalanları hakikat gibi lanse ederek, bazen olmayan şeyleri var gibi göstererek bireyleri hakikatten uzaklaştırırlar. 

Örneğin diziler ve filmler birer manipülatördür. Mesela Yeşilçam filmlerini seyredip de zihninde kötü bir imam portresi oluşmayan kimse neredeyse yok gibidir. Benzer olarak hadiselerin arka planını bilmeyen hemen her kovboy filmi izleyicisinin zihninde Kızılderililer kötü, saldırgan ve vahşi insanlar olarak bilinir.

Benzer olarak algı yönetimi, hedefe konulan kültür, ırk, din veya devlete karşı sempati uyarma veya düşmanlık aşılama gibi sebeplerle uluslararası arenada kullanılan önemli silahlardan biridir.

Tüm bunlara ek olarak zihinleri kontrol altında tutabilmek ve kitleleri dilediği şekilde yönlendirebilmek için algı yönetimi ve manipülasyona en çok başvuran aktörlerden birisi de siyasiler ve özellikle de zorba yöneticilerdir.

Kısacası sivil toplum kuruluşlarından siyasi partilere, think-tank kuruluşlarından büyük devletlere dek yaşadığımız dünyadaki hemen herkes psikolojik operasyonlarla kitleleri sömürmeye ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor.

ALGI YÖNETİMİ NEDİR?

Algı yönetimi ifadesiyle, hedef bir kitlenin duygu ve düşüncelerini etkileyerek ona mevcut bir fikri kabul ettirme adına yürütülen her türlü eylem ve çalışma akla gelir. (2) Algı yönetimini bir çeşit illüzyon ve kitle hipnozu olarak adlandırmak da mümkündür.

Algı yönetiminde, önemli olan kurgulanan gerçekliğin kitlelere kabul ettirilmesi, masa başında üretilmiş kurmaca bilgilerin halka benimsetilmesi, insanların, kendi gözleriyle değil, manipülatörlerin gözüyle dünyaya bakmalarının temin edilmesidir.  Algı yönetimiyle en kalitesiz ve değersiz ürünler pekâlâ hayat kaynağı gibi gösterilebilir; kitlelere, hainler, kahraman; kahramanlar da hain olarak yutturulabilir; kamuoyu nezdinde en masum ve makul fikirler veya eylemler bir anda “tehlikeli” hale getirilip en kirli, en yıkıcı ve en zararlı unsurlar takdirle karşılatılabilir.

Günümüzde bilimsel bir boyut kazanan algı yönetimi geçmişte olmadığı kadar tehlikeli bir hale geldi ve siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan elitlerin kitleleri dilediklerince şekillendirebildikleri bir enstrümana dönüştü.

Kitlelere bazen bir ürünün satın aldırılıyor, bazen siyasi bir lideri destekletiliyor, bazen ona ona oy verdiriliyor, bazen de küçük bir elit grubun arzu ve isteklerine boyun eğdiriliyor.

Algı yönetmenlerinin ustası şeytandır. “Ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın. (3) ayetinden anlıyoruz ki şeytan, insanın önce duygu ve düşüncelerini, sonra da tavır ve davranışlarını istediği yönde değiştirebilmek için her yolu deniyor, bütün yöntemleri kullanıyor.

Aynen bunun gibi, şeytanın çağdaş takipçileri medya gücünü de kullanarak, diledikleri algıyı meydana getirecek bilgiler, haberler, reklamlar, resimler, videolar nelerse kitlelere onları gösteriyor, onları duyuruyorlar. Filmleri, dizileri, reklamları, sloganları, afiş ve broşürleri, sözü, kalemi o denli etkili ve verimli kullanıyorlar ki bunların arasına yerleştirdikleri/sakladıkları mesajlarla insanlara istedikleri fikirleri empoze edebiliyorlar.

Tüm bu yöntemlerle kitlelere yaşanan hadiseleri ne şekilde yorumlayacaklarını empoze ediyorlar. Buna ek olarak kitleler için neyin ihtiyaç olup olmadığına, ne yiyip içeceklerine, ne kullanacaklarına, ne tarz bir hayat yaşayacaklarına, onlar için neyin ehemmiyetli neyin önemsiz olduğuna vs. karar veriyor, sonrasında da adım adım insanları da yanlarına çekiyorlar. Bazen hedef kitlelerin duyarlı oldukları konuları, inançlarını, kültür değerlerini dikkate alarak daha doğrusu istismar ederek onların algılarını yönetiyor; bazen de onların bilinç altlarına empoze ettikleri fikirlerle bunu yapıyorlar.

Bunlara ek olarak fikirlerden çok duyguları hedef alma, hamasete sığınma, halkın yanındaymış ve halktan biriymiş gibi görünme, başka alternatif ve çözüm olmadığı kanaati yerleştirme, yalanlar söyleyip bunları sürekli tekrar etme, kitle psikolojisini değerlendirme, basamakları tek tek çıkartma, bilgi tekeli kurma, propaganda yapma, bütünden koparma, değersizleştirme veya olduğundan fazla anlam yükleme, sahte kahramanlık hikayeleri uydurma, meşhur kimseleri yanına çekme, etkili kalemleri satın alma, belirli fikirleri çoğunluğun görüşüymüş gibi lanse etme, dinin meşrulaştırıcı gücüne sığınma, gerçek amacı gizleme, muhalifleri bertaraf etme, başarısızlıkları ustalıkla gizleme, sorunsuz gösterme gibi pek çok algı yönetimi tekniğinden bahsedilebilir.

Normal şartlarda bir defa akıp geçen suyun mermeri delmesi mümkün değildir. Fakat devamlı olunca deler. İnsanlar da bir defa duyduklarında yalan ve iftiralara kolay kolay inanmazlar. Ama bu yalanlar devamlı tekrarlanıyorsa ve hele bu yalanları söyleyenler devlet erkanı gibi önemli kişilerse bir süre sonra inanmaya başlarlar. Çünkü insanlar, devletin zirvesindeki bir kişinin en büyük devlet meseleleriyle ilgili sürekli bir şekilde yalan söyleyeceğini akıllarına sığdıramazlar.

Dizi ve filmlerle toplumun uyutulması, evlendirme veya yarışma programlarıyla insanların uyuşturulması, spor ve eğlence faaliyetleriyle biriken enerjinin başka yöne kanalize edilmesi de algı yönetimlerinin bir parçasıdır. 

ALGI YÖNETİMİ İLE İSLAMİ MÜCADELE

Algı yönetimi ile iftiralara maruz kalmak, Müslümanların ahlakî ve hukukî sınırların dışına çıkmaları için geçerli bir mazeret olamaz. Bu tür ceberut rejimlere veya küresel algı manipülatörlere karşı mutlaka mücadele verilmeli fakat asla meşru çizgiden sapılmamalıdır.

Burada yapılması lazım gelen en önemli vazife, toplumun eğitilmesi, bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesidir. Bireylerde, hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmayabileceği noktasında farkındalık oluşturulmalıdır. Duygularıyla değil akıllarıyla karar verebilen insanların sayısı artırılmalıdır. Bireylere, kendilerine empoze edilmeye çalışılan fikirleri sorgulama alışkanlığı kazandırılmalıdır. Gayrimeşru ve hukuka aykırı hiçbir mevzuda itaatten bahsedilemeyeceği düşüncesi onların zihnine kazınmalıdır. Onların, sorgulamanın, soru sormanın ve eleştirmenin ayıp değil bir meziyet olduğunu öğrenmeleri sağlanmalıdır. Kanıtsız hiçbir söylentiye, şayiaya, dedikoduya, iftiraya itibar edilmemesi gerektiği ve gösterilen kanıtların da doğruluğunun sorgulanması fikri aşılanmalıdır.

Kur’an, birçok ayette halk arasında yayılması arzu edilen söylentilere ve algı operasyonlarına karşı uyanık olunması gerektiği noktasında mü’minleri uyarır. Hucurat suresinde yer alan şu ayet-i kerime fevkalade önemlidir: Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (4)

Bu ayette, doğruluğunu araştırmadan denilenlere inanma, onları başkalarına anlatma veya söylentilere dayanarak belirli şahıs ve gruplar aleyhine tavır alma şiddetle yasaklanmıştır. Bunları yapanların ileride pişman olacakları hatırlatılmıştır. Bu pişmanlık bazen bu dünyada bazen de ahirette olur.

Demek ki Müslümana düşen vazife, doğruluğundan emin olmadığı bilgi ve haberleri hemen sahiplenmemesi, kesin delil ve karineler ortaya çıkmadıkça tarafsızlığını korumasıdır. Allah Resûlü’nün şu hadisleri de aynı noktaya dikkat çeker: “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter” (5Atalarımız da “Duyduğuna inanma, gördüğünün yarısına inan.” derken, bu tür ayet ve hadislerin manasından hareket etmiş olabilirler.

Şunu da hatırlatmak gerekir ki, algı yönetimiyle ilgili geliştirilen stratejiler ve yapılan propagandalar mutlaka az da olsa bir gerçekliğe dayanmak zorundadır. Bu nedenle art niyetli şahısların eline koz vermemek ve onlara malzeme sunmamak için son derece ihtiyatlı davranmak gerekir.

DİPNOT:

(3) el-Â’raf, 7/16-17 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=16
(5) Ebû Dâvud, Edeb 88 https://sunnah.com/abudawud:4992

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...