4 Eylül 2021 Cumartesi

ŞERİAT KURALLARININ UYGULANMASI TEOKRASİ MİDİR?

  

Mevzuya girmeden önce şunu hatırlatmakta fayda var:  İslâm’ın kamu hukukuna ve bilhassa devlet yönetimine dair vaz ettiği hükümler temel bir kısım ilke ve prensiplerden öteye geçmemektedir. Hatta bilhassa hicri dördüncü ve beşinci asırlarda “hilafet” ve “imamet” kavramları etrafından ortaya konulan “İslam siyaset teorisi” de büyük oranda içtihatlara dayanmaktadır. O devrin sosyal ve siyasî şartlarının bu içtihatlar üzerindeki etkisi ise tartışılmaz bir gerçektir. Yine tarihteki İslâm devletleri incelendiğinde, bunların siyasî teşkilatlanmaları üzerinde diğer yabancı devlet ve kültürlerin önemli bir etkisinin olduğu da inkâr edilemez.

İşte tüm bunlar göz önüne alındığında İslâm’ın öngördüğü belirli bir siyasal model olduğu söylenemez. Her zaman için değişik siyasal modellerin İslâm’a uygun hâle getirilmesi mümkündür. Bu nedenle “İslâm’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusuna yanıt vererek işe başlamak mevzunun doğru bir şekilde anlaşılmasına önemli katkı sunacaktır.

Örneğin totalitarizmin hiçbir türü İslâm’la uyuşamaz. Bir totaliter rejim türü olan teokrasinin de İslâm tarafından onaylanması mümkün değildir.

Yunanca bir sözcük olan teokrasi (theokratia) Tanrı manasına gelen “teo” sözcüğüyle hükmetme demek olan “kratos” sözcüklerinin birleşimidir. (1) Yani teokrasi, sözcüğün kökeninden de görüleceği gibi yönetimin meşruiyetini Tanrı’dan aldığı, güç ve iktidarın kaynağını Tanrı’ya dayandıran bir yönetim şeklidir. Bu yönüyle o, esasında demokrasi veya monarşi gibi bir yönetim şekli ortaya koymaktan ziyade, devlet otoritesinin nihai kaynağını tespit ve tayin eder.

İslâm’da hiçbir devlet yöneticisinin Allah namına hareket etmesi, kutsallık iddia etmesi ve sorumluluktan kaçması mümkün değildir. Hz. Ebu Bekir, kendisine “Allah’ın halifesi” denilmesine şiddetle itiraz etmiştir, Hz. Ömer ile Ömer b. Abdulaziz'in de aynı şekilde kendilerine "halifetüllah" denilmesine karşı çıktıkları kaydedilmektedir. (2) Şayet daha sonraki devirlerde bazı sultanlar bu ismi kullanmış ve bununla da her türlü icraatlarını meşru göstermeyi hedeflemişlerse, hiç şüphesiz bu İslâmî esaslardan bir sapmanın ifadesidir.

İslâm, din adamları ve idareciler de dahil hiç bireyi bir diğerinden üstün tutmamıştır. İslâm’da hiçbir bireyin, hiçbir grubun ayrıcalığı ve dokunulmazlığı yoktur. Bilakis bütün vatandaşlar kanun önünde eşit oldukları için herkes eylemlerinden ötürü sorgulanır, hesaba çekilir ve suçu tespit edildiğinde de cezalandırılır. İslâm tarihinde, devlet başkanlarının sıradan bir yurttaşla hâkim huzuruna çıktığı ve davayı kaybettiği birçok olayla karşılaşmak mümkündür.

İslâm’da Allah ve Resûlü (s.a.s) dışında hiçbir şahsa ve hiçbir zümreye karşı mutlak itaat yoktur. (3) İtaat, yalnızca meşru ve maruf olan şeylerdedir. (4) Çünkü İslâm’da devlet başkanı da dahil hiçbir yönetici mutlak masum değildir. Onlar da hata yapabilir ve zulme yapabilirler. Emirlerinde kendi çıkarlarını halkın faydasının önüne geçirebilirler. İşte bütün bu durumlarda onlar itaat haklarını da kaybederler.

İtaat etme bir tarafa idarecilerinin hak ve adaletten ayrıldığını gören halkın, buna sessiz kalmaması ve şartlara göre üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi tavsiye edilmiştir. Bu mesuliyet de bazen öğütle, bazen uyarıyla, bazen sivil itaatsizlikle, bazen muhalefet ve direnmeyle yerine getirilir. Zira yöneticiler de Kur’ân’da açıkça emredilen (5) emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesinin kendisine karşı yerine getirilmesi gereken kimseler arasındadır. Hatta Peygamberimiz, zalim sultanın yanında hakkın söylenmesini en büyük cihad saymıştır. (6)

İslâm’a göre yönetim, belirli bir soyun elinde dolaşan kutsal bir hak değildir. Aksine yöneticiler, seçim, şura ve bey’at esaslarına göre belirlenir. Bu yüzden devlet başkanı meşruiyetini Tanrı’dan değil, halktan alır. (7) Tanrı adına değil halk adına, halktan aldığı yetkiyle yönetir. Liyakatini yitirdiği ve hukukun dışına çıktığı durumlarda da halkın ileri gelenlerinden oluşan ehlü’l-hal ve’l-akd heyeti tarafından görevden alınır.

İslâm’da Hıristiyanlıkta olduğu gibi imtiyazlı bir kısım haklara sahip olan ve manevî otoritenin yanında maddi otorite üzerinde de hak iddia eden ne kilise ne de ruhban sınıfı yoktur. Âlimler, sivil insanlardır. Yönetime müdahale edemezler. Diğer yurttaşlar gibi devlette kamusal bir vazife aldıklarında da hak ve sorumlulukları sadece üstlendikleri vazifeyle sınırlı kalır. Onların içtihat yetkisi vardır. Fakat içtihat, sadece müçtehidin kendisini bağlar. Başkalarının bu içtihada göre amel etme mecburiyeti yoktur. (8)

Teokratik rejim, bir tür dikta rejimidir. Dolayısıyla teokrasinin olduğu bir yerde özgürlüklerden söz edilemez. Oysaki peygamberlerin gönderiliş gayelerinden en önemlisi insanları hür ve bağımsız hale getirebilmek; insanın insana köle olmasının önüne geçmektir. Çünkü bireylerin özgür kişiler olarak rahatça irade ve tercihlerini kullanamadığı bir yerde hakiki bir dindarlıktan da söz edilemez. Birey, her çeşit zorbanın esaretinden olmaktan kurtulmalıdır ki Allah’a hakkıyla kul olabilsin. İslâm’a göre bireyin boyun eğeceği tek varlık Allah’tır.

Bir kısım kimselerce şeriatın uygulanmasının özgürlükleri kısıtlayacağı, bazı hak ihlallerine neden olacağı ve dolayısıyla teokrasi doğuracağı ileri sürülmektedir. Ne var ki bu doğru değildir. Çünkü en başta ifade ettiğimiz üzere İslâm’ın kamu hukukuyla ilgili ortaya koyduğu hükümler oldukça sınırlıdır ve bunlar da genel itibarıyla evrensel ve insanî prensiplerdir. Bu konudaki detay hükümler ise içtihada bırakılmıştır. Yine ceza hukukuyla ilgili İslam'ın ortaya koyduğu ilkeler de evrensel ve insanî prensiplerdir. (9)

Ayrıca şeriat kuralları sadece Müslümanlara uygulanır. Gayrimüslim vatandaşlar kendi inanç ve hukuklarına göre yaşar ve bunlara göre yargılanırlar. Aynı şekilde İslâm devletlerinde azınlıklara din ve vicdan hürriyeti tanındığı da tarihî bir gerçektir. (10) Müslümanlara şeriat kurallarının uygulanmasının sebebi de devletin ve yöneticilerin bu yöndeki talep veya baskıları değil, bilakis Müslümanların inandıkları dine göre yaşama istikametindeki talep ve istekleridir. Müslüman olmak ise tamamen bireylerin hür tercihlerine bırakılmıştır. (11) Dine girme mevzusunda kilisenin yaptığı gibi bir zorlama asla söz konusu olamaz. Çünkü istemediği halde dine girmeye zorlanan bir kimse Müslüman değil münafık olur.

Sonuç olarak teokrasi, hiçbir şekilde şeriat ile uyumlu bir rejim değildir. Din, bir baskı aracına dönüştüğü takdirde, bundan öncelikle ve en fazla zarar görecek yine dinin kendisi olacaktır. Buradan hareketle ele geçirdikleri devlet aygıtıyla halkı tepeden inme dindarlaştırmayı hedefleyen siyasal İslamcıların da nasıl bir yanlış içinde oldukları görülebilir. Şeriat iddiasında olan bir takım ülkeler, yönetim şekilleri itibarıyla ne kadar teokrasiye yaklaşırlarsa, o kadar İslâm’dan uzaklaşmış olacaklardır.

DİPNOT:

(1) Selim KARAKAŞ, Orhun Abideleri’nde Teokrasi Problemi ve Yabancı Dinlerin Türk Bozkır İdari Anlayışına Etkileri, Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 1, Sayı 1 Güz 2016 s. 162 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/265182
(2) Dr. Hüseyin ÇELİKER, İSLÂM HUKUKU’NDA DEVLET BAŞKANLIĞI s. 253-254 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/188488
(3) Hikmet ADEM, YENİ FİKİR DERGİSİ YIL: 7 SAYI: 17 s. 79 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1721388
(4) Buharî, Ahkâm 4 https://sunnah.com/bukhari:7145
(6) Tirmizi, Fiten 13 https://sunnah.com/tirmidhi:2174
(7) İmâmeti hem cismanî hem ruhanî yetkiler bakımından nübüvvetin devamı gibi gören ve imamın günahsız (mâsum) olması gerektiğini savunan -Zeydiyye dışındaki- Şîa’ya göre ise devlet başkanı meşruiyetini ilâhî iradeyle (nas) belirlenmiş olmasından alır (bk. BİATDEVLETHİLÂFETİMÂMETİTAAT). https://islamansiklopedisi.org.tr/mesru
(11) Faruk ERMEMİŞ, Kur'an-ı Kerim'in Düşünce ve İnanç Özgürlüğüne Yönelik Emirleri ve Hz. Muhammed'in Uygulamaları, DÜZCE ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: II, Sayı: 1, 2018 s. 24 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/460842

2 Eylül 2021 Perşembe

GERÇEK VE MECAZİ SEBEPLER ÜZERİNE: DEPREM ÖRNEĞİ

  

Hemen her deprem sonrası meydana gelen tabii afetlerin sebepleriyle ilgili teolojik tartışmalar yaşanır. Genellikle dindar insanlar depremlerin veya tabii afetlerin sebebini insanlığın azgınlık ve taşkınlığına bağlar. Onlara göre irtikap edilen günahlar, yapılan zulüm ve haksızlıklar, meydana gelen fitne ve fesatlıklar bu tür felaketlere sebebiyet verir. Mevzuya bilim gözlüğüyle bakan insanlar ise bu tür yaklaşımlara itiraz eder ve konuyla ilgili bilimsel açıklamalar sunarlar. Acaba yapılan bu açıklamalardan hangisi doğrudur?

Bakış Açısı

Tek cümleyle cevap verecek olursak her iki izah da hem doğrudur hem de tek başına eksiktir. Bakış açısı değiştiği için, görülen gerçekler de değişmektedirRenkli bir gözlük takan insan açısından gördüğü eşyaların rengi de değişir. İşte deprem ve doğal afetlerin yanı sıra kâinatta meydana gelen bütün olaylarla ilgili bu iki farklı izahın temel sebebi, bakış açısıdır.

Depremleri, zulüm ve günahlarla açıklayanlar meseleye kader ve küllî irade açısından bakmakta, dolayısıyla da varlık ve olayların bâtınındamelekut yönünde farklı resim ve suretler müşahede etmektedirler. Hadiseleri salt maddi ve pozitif bir nazarla değerlendiren ve onların salt zahiri yüzlerine odaklananlar ise mevzuyu jeolojinin ve jeofiziğin verileriyle izah etmeye çalışmakta ve depremleri fay hatlarının kırılmasına, yerkabuğunu meydana getiren levhaların birbirini zorlamasına vs. bağlamaktadırlar. Bu iki açıklama da doğrudur, fakat tek doğru değildir. Bunlardan yalnızca birisinin tek doğru olarak görülmesi, eksik bir analiz olur.

Sebeplere Riayet

Allah, kainattaki her oluşum ve hareketi belirli bir sebep ve hikmete bağlamıştır. Yaşamın istikrar içerisinde süregitmesi, varlık ve kâinat üzerinde belirli araştırmaların yapılabilmesi, ilimlerin vücut bulması adına hadiselerin belirli sebeplere bağlanması oldukça önemlidir. Ayrıca hikmet diyarı olan dünyada, olayların sebeplere bağlı olarak cereyan etmesi, imtihanın da bir gereğidir. Şayet her bir olay maddi nedenlere bağlı olmaksızın olağanüstü bir şekilde meydana gelseydi teklif sırrı kaybolurdu.

Bu nedenledir ki bir mü’min asla sebepleri görmezden gelemez. Aksine ona düşen sıkı sıkıya sebeplere riayet etmektirBu aynı zamanda Allah’ın iradesine saygının da bir gereğidir. Dolayısıyla bir Müslüman'ın, depremle ilgili bilimsel açıklamaları göz ardı etmesi, uzmanların uyarılarına kulak asmaması düşünülemez.

Bazı hikmetlerden dolayı Allah’ın her bir olayı belirli nedenlerle irtibatlandırdığının şuurunda olan bir Müslüman, herkesten daha fazla bu sebeplere müracaat etmelidir. Ona düşen, depremin önceden öğrenilmesi, binaların depreme karşı dayanıklı inşa edilmesi, deprem anında oluşabilecek kayıpların en aza indirilmesi adına gerekli tedbirlerin alınması, deprem sonrası kurtarma ve ıslah çalışmalarının sürdürülmesi gibi konularda herkesten daha fazla çalışmak ve gayret etmektir. Yani Müslüman, depremler nedeniyle oluşabilecek can ve mal kayıplarını en aza indirmek için bilim ve teknolojinin kendisine sunduğu imkânlarından sonuna dek istifade etmelidir.

Hakikî ve Mecazî Sebepler

Sebeplerin, Allah’ın izzet ve azameti önünde birer perde olduğu (1) da hatırdan çıkarılmamalıdır. Sebepleri yaratan ve yarattıktan sonra da kendi haline bırakmayıp onların arkasında icraatta bulunmaya devam eden Müsebbibül Esbab olan Allah’tır. Esasında sebepler, Allah’tan gelen emirleri yansıtmakta ve tatbik etmektedir. Mevzuya iman gözüyle bakacak olursak, hâdiselerin meydana gelmesiyle irtibatlandırdığımız sebeplerin gerçek değil mecazi birer sebep olduğu görülecektir. Gerçek müsebbip ise Allah’tır. Sebepleri de sonuçları da O yaratmaktadır.

Dolayısıyla hem depreme hem de diğer doğal olaylara bakarken ve onları ele alırken muhakkak bu iki farklı bakış açısı birlikte göz önünde tutulmalıdır. Olayların zahiri nedenlerini görme ve ona uygun hareket etmekle birlikte, bakışlar bu olayların arka planlarına ve derunlarına da yöneltilmek suretiyle onların altında yatan hikmetler anlaşılmaya, bu olayların diliyle verilen mesajlar idrak edilmeye çalışılmalıdır.

Pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerifte, dikkatler meydana gelen olayların arka planlarına çekilerek mü’minlere böyle bir tefekkür yolu gösterilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de taşkınlık, isyan, zulüm ve günahları sebebiyle helâk edilen daha pek çok kavimden bahsedilmektedir. (2) Nitekim, Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. (3) âyet-i kerimesi de umumi bir ifadeyle insanların maruz kalmış olduğu bela ve musibetlerin gerçek sebebini onların irtikap etmiş oldukları günahlara bağlamaktadır.

Bakara sûresinde geçen, Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. (4) âyeti ise mü’minlerin can ve mal kayıplarıyla neticelenen olayların Allah tarafından gelen birer imtihan olduğunu haber vermektedir.

Geçmişe ve Belalara Kader Cihetinden Bakabilme

Tabii ki bir Müslümanın, geleceğe yönelik her türlü plan ve projesini yaparken zahiri sebepleri göz önünde bulundurması ve bütün tercihlerini buna göre yapması gerekir. Ama o, gerçekleşen olayları okumak için geçmişe dönük analiz yaparken kesinlikle bu olayların arkasındaki hikmetleri, verilen mesajları, yapılan uyarıları da anlamaya ve bunlardan ibret almaya gayret etmelidir.

Bunu yapabilen bir Müslümanın önüne farklı pencereler açılır. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (5) âyet-i kerimesinde ifade edildiği üzere o, zahiri yüzleri oldukça çirkin ve dünyevî açıdan acı verici olan hâdiselerden dahi teselli olabileceği bir kısım hikmetler bulur. İnsanî sınırların kısıtlayıcılığı ve maddî dünyanın darlığı içinde yapılan “iyi” yahut “kötü” şeklindeki değerlendirmelerin sübjektifliğini görür. Aynı olaylara kaderi plandan bakınca farklı sonuçlara ulaşmanın mümkünlüğünü fark eder. En kötü olayların dahi “iyi” yüzlerini görmeye başlar. Onun hakkında “Kadere iman eden, kederden emin olur.” hükmü tecelli eder.

Kader Perspektifinden Depremlerin Sebepleri

İşte yaşanan depremlere iman ve kader perspektifiyle bakıldığında da gerek meydana geliş sebepleri gerekse sonuçları açısından farklı bir kısım değerlendirmeler yapılabilir. Örneğin Bediüzzaman Hazretleri, Allah'ın gazabını celbeden ve depremlere neden olan bazı olayları şöyle anlatır:
  1. Günah ve Zulümler: “Madem bir kısım hatalar, unsurları ve dünyayı hiddete getirecek derecede bir kapsamlı isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir hakaretli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, büyük vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi hikmetin ve adaletin ta kendisidir ve mazlumlara rahmetin ta kendisidir.” (6)
  2. Günah ve zulümlerin yayılması: “Umumî musibet, çoğunluğun hatasından ileri gelmesi yönüyle; insanların çoğunun o zalim şahısların hareketlerine fiilen veya onu gerekli görerek veya onların tarafında yer alarak taraftar olmasıyla manen ortak olur, umumî musibete sebebiyet verir.” (7)
  3. Ehli gafleti uykusundan uyandırmak: “Kadîr-i Zülcelâl’in itaatkâr bir memuru,  belki bir gemisi, uçağı olan yeryüzünün içinde bulunan ve hikmet ve irade ile saklanmış bir bombayı, ‘Gaflet ve azgınlık yolundakileri uyandırmak için ateşlendir!’ diye olan Rabbanî emri unutmak ve tabiata sapmak, ahmaklığın en çirkinidir.” (8)
  4. Mü’minleri tekrar ibadet u taate sevk etmek: “Bu hadisenin (depremin) hem şiddetli kışta, hem karanlık gecede, hem dehşetli soğukta gelmesi, hem Ramazan’a gereken hürmeti göstermeyen bu memlekete mahsus olması ve tahribatından uyanmadıklarından,  hafifçe gafilleri  uyandırmak için zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.” (9)
  5. Mü’minlerin mağlubiyet ve acizliği: “O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslamiyet koruyucuları az veya tam mağlup olmak fırsatıyla, dinsizlerin orada tesirli bir faaliyet merkezi kurmaları yönüyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var.” (10)
Şu âyet-i kerime de bu manaya işaret eder: Rabbin, halkları salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helâk etmez. (11) Öyleyse bir memlekette halkın ıslahını düşünen, ihya ve imar yolunda gayret eden insanların mevcudiyeti, gelecek belâ ve musibetler adına önemli birer paratonerdir.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Madem ki deprem zulmü nedeniyle zalimleri, günahları nedeniyle fasıkları, dinî yaşayışlarındaki kusur ve laubalilikleri nedeniyle gafilleri, irşat vazifesini terk etmesi yahut gereği gibi yapamaması nedeniyle mü’minleri cezalandırmak yahut onların aklını başına getirmek için meydana gelmektedir; o halde istikamet içinde bir yaşam süren masumlar neden can ve mal kaybına maruz kalmaktadır?

İlk olarak şunu söylemek gerekir ki bu, dünyanın imtihan yeri olmasıyla ilgilidir. Çünkü bu tarz afet ve belalar sadece hak edenlere isabet etseydi, imtihan sırrı bozulurdu. Zira öyle olsaydı herkes açıkça Allah’ın takdirini gördüğü için ister istemez iman etmek zorunda kalırdı. Zaten Allah Teala şöyle buyurmuştur: Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (12)

Ne var ki her ne kadar masum ve mazlumlar deprem ve benzeri bir afet nedeniyle zahiren ve dünyevi açıdan bazı kayıplara ve sıkıntılara maruz kalsalar da, Adil-i Mutlak olan Allah mutlaka onların bu yaşadıklarını karşılıksız bırakmayacaktır. Zira çok sayıda âyet-i kerimede ifade edildiği üzere Allah, kullarına zerre miktarınca zulmetmez.

Bediüzzaman Hazretleri de depremde zarar gören masumlarla alakalı şöyle der: “O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir baki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehitlik hükmünde olarak, nispeten az ve geçici bir sıkıntı ve azaptan, büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında gazap içinde bir rahmettir.” (13)

Toparlayacak olursak, kâinatta bir yaprağın düşmesine varıncaya kadar en küçük bir tesadüfe yer olmadığına inanan bir mü’min açısından, deprem gibi pek çok insanı etkileyen büyük bir hadisenin sadece yer katmanlarıyla, fay hatlarıyla açıklanması eksik bir açıklamadır. Allah'ın icraatları çoğunlukla sebepler eliyle gerçekleşmektedir. Bir Müslümana düşen de sadece sebeplere takılıp kalmamak, onların arkasına geçerek Müsebbibü’l-Esbab’ın icraatları arkasında yatan hikmet ve maslahatları okuyabilmektir.

Bunu başarabilen bir Müslüman, başına gelenleri sabır ve rıza ile karşılayacak, kaderi tenkit etme günahına yönelmeyecek, şikayet ve itiraz manasına gelen söz ve fiillerden uzak duracak, can yakıcı en fena hâdiselerin içinde dahi Allah’ın rahmet elini hissedecek ve maruz kaldığı hâdiselerden ibret almaya bakacaktır. Maddenin dar sınırlarını aşamayanlar bu tür izah ve açıklamaları “züğürt tesellisi” olarak görseler de hakiki bir mü’min açısından bütün bunlar Allah’a iman etmenin, teslim olmanın ve tevekkülde bulunmanın birer ifadesidir.

DİPNOT:

(3) Şura sûresi, 30/30 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=42&ayet=30
(4) Bakara, 2/155 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=155
(5) Bakara sûresi, 2/216 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=216
(6) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Sözün Zeyli, 5. Sual s.243 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-dorduncu-soz/on-dorduncu-sozun-zeyli/243
(7) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Sözün Zeyli, 3. Sual s.242 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-dorduncu-soz/on-dorduncu-sozun-zeyli/242
(8) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Sözün Zeyli, 6. Sual s.244 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-dorduncu-soz/on-dorduncu-sozun-zeyli/244
(9) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Sözün Zeyli, 7. Sual s.246 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-dorduncu-soz/on-dorduncu-sozun-zeyli/246
(10) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Sözün Zeyli, 7. Sual s.247 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-dorduncu-soz/on-dorduncu-sozun-zeyli/247
(11) Hûd sûresi, 11/117 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=11&ayet=117
(12) Enfâl sûresi, 8/25 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=8&ayet=25
(13) Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 14. Sözün Zeyli, 4. Sual s.243 Kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-dorduncu-soz/on-dorduncu-sozun-zeyli/243

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...