9 Kasım 2022 Çarşamba

“DARU’L HARB” “DARU’L İSLAM” KAVRAMLARI ÜZERİNE

 

Avrupa’da bazı Müslümanlar arabasının dikiz aynasına tespih takıyorlar. Çünkü oradaki bazı Müslümanlar Müslüman olmayanların mal ve eşyalarını kendilerine helâl görüyor. Araba yahut evde, sahibinin Müslüman olduğuna dair bir işaret gördüklerinde almaktan vazgeçiyorlar.

Sen ülkende “savaş, zulüm vs var” diye kaç. Avrupa seni kabul etsin. İş bulana kadar Müslüman olmayan vergi mükellefleri sana ve ailene maaş versin. Sen ise sana yurdunu açan insanlara ihanet et, eşyalarını kendine helal kabul et.

Peki bunun sebebi ne?

Maalesef mürur-u zamana maruz kalmış bir takım kavramların ve fetvaların bunda etkisi var.

Klasik fıkıh kitaplarda “Daru’l Harb”, “Daru’l İslam” gibi terimler var.

Barış içinde komşulukların nadir olduğu, tüm coğrafyalarda sürekli devam eden savaşların ve devamlı değişen haritaların söz konusu olduğu, barışın istisna, savaşın bir yaşam tarzı olduğu, bir devletin sınırlarını kapayıp kendi halinde barış içinde kalabilme imkanı olmadığı, dolayısıyla ya sizin bir yerleri ele geçirerek barış tesis edeceğiniz yahut birilerinin gelip sizi ezip geçeceği, halkın kralın dininde olmak zorunda olduğu, dost düşman tanımının hatta insanların kendini tanımlamaları ve dünyaya ait her şeyi değerlendirmedeki ölçülerinin tamamen din üzerinden yapıldığı bir dönemde bu terimler doğru olabilirFakat günümüzde bu terimleri esas aldığımızda ortaya çözümsüz bir çarpıklık çıkıyor.

Günümüzde, ülkeleri daru’l harb ve daru’l İslam olarak ikiye ayırmak yerine ‘daru’l adalet’ ve ‘darü’z zulüm’ olarak ikiye ayırmak İslam’ın ruhuna daha muvafık olacaktır. Çünkü Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlerde hayat süren Müslümanlar, yine Müslümanların zulmü altında inim inim inlerken, Batı ülkelerinde hayat süren Müslümanlar ise dinlerini daha rahat yaşamaktadırlar. Hatta Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde dinlerini yaşama imkanı verilmeyen alt dini gruplara müntesip bazı Müslümanlar bir yolunu bulup Batı’ya kaçmaktadırlar. İşte bu insanlar zulümden adalete kaçıyorlar. Nitekim ilk Müslümanlar da zulümden adalete yani Habeşistan’a kaçmamışlar mıydı?

Zaten sözde şeriat ile yönetilen Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler dahil, bütün İslam ülkelerindeki siyasi yönetimlerdeki İslam’a aykırılıklar, seküler Avrupa’nın İslam’a aykırılıklarından çok daha fazladır. Üstelik Avrupa’daki uygulamaların %90’dan fazla İslam’a muvafık olduğu söylenebilir. İslam siyasi düşüncesinin iki temeli olan ‘istişare’ ve ‘adalet’ ilkeleri Avrupa’da uygulanırken, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde bunlardan bahsetmek neredeyse imkansızdır. Halbuki Hazreti Ali ‘devletin dini adalettir’ der. Yoksa devlet namaz kılmaz ve oruç tutmaz. Adalet varsa İslam vardır. Adalet yoksa İslam da yoktur...Almanya ile Türkiye’yi karşılaştırdığımızda, Almanya’nın Müslümanlara sunmuş olduğu dini özgürlüklerin, Türkiye’nin Müslümanlara verdiği dini özgürlüklerden, temelde ve detayda daha geniş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Daru’l Harb” ve “Daru’l İslam” tanımlamaları geçerliliğini yitirdi. İllaki bir ülkeye “Daru’l İslam” yani İslam ülkesi diyeceksek inanç hürriyetinin olduğu, yalan, yolsuzluk ve adam kayırmanın minimum düzeyde olduğu ülkelere “İslam” ülkesi demeliyiz. Zira yolsuzluk ve rüşvetin; yalan ve aldatmanın hayat rutini haline geldiği ülkelere “İslam ülkesi” demek İslam’a ve Müslümanlığa ağır bir hakarettir.

Büyük bir fıkıh alimi ve müfessir olan Mâverdî’ye nispet edilen “Bir küfür ülkesi, orada dinin izhar edilebilmesi halinde dârü’l İslâm olur,” sözü çarpıcı bir kriterdir. (1)

Klasik eserler dikkatle tetkik edildiğinde görülecektir ki, daru’l harbin belirlenmesinde temel esas, din patenti değil, Müslümanların zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait ahkamın hiçbir yürürlük imkânı bulamamasıdır.

İslâm hukukçularının dârülislâm için, hukuk düzeninin hâkim olduğu ülke anlamında “dârü ahkâm” (Serahsî, el-Mebsûṭ, XXX, 33; Cürcânî, s. 82), buna karşılık gayri müslim ülkeler için de kuvvet ve zorbalığın hâkim olduğu yerler anlamında “dârü kahr” (Serahsî, el-Mebsûṭ, XXX, 33), “dârü kahr ve galebe” (Cürcânî, s. 82), “dârü kahr ve ibâha” (Haccâvî, III, 144) tabirlerini kullanmış olmaları da dikkat çekicidir. (2) O halde, İslamî hükümlerin eksik uygulanması ve inanç farklılığı bir ülkeyi daru’l harb yapmaz.

Moğollar, Bağdat’ı kuşattığında Hülâgû, Müstansıriyye âlimlerine şu suali yöneltir:

“Müslüman olmayan fakat âdil olan bir sultan mı, yoksa Müslüman fakat zalim olan sultan mı daha üstündür?”

Bu suali Ehl-i Beyt silsilesinin büyük alimlerinden İbn Tâvûs cevaplar:

“Müslüman olmayan fakat âdil olan sultan üstündür.” (3)

Öne çıkan özellik adalet.

20. Yüzyıl Rusya Müslümanlarından ilahiyatçı, Kazanlı Musa Carullah’ın “Devletin dini adalet, küfrü zulümdür. Devlette din aranmaz” sözü çok çarpıcı. (4)

Bu bakış açısı terk edildiğinde İslam’ın barış dini olma özelliği ortadan kalkar. Savaştan başka amacı olmayan nefret, öfke ve kin “Müslümanlığı” ortaya çıkar. Bu da Müslümanlığın dünyadan silinmesine neden olur.

Tabii ki geleneği kabul edeceğiz ama Selefilerin yaptığı gibi değil. Onda bir ayıklamaya gidecek ve onların yetmediği ya da günümüz gerçeklerine uymadığı yerde geleneği yeniden inşa edeceğiz. Arkadan gelen insanlar olarak geleneğe ek koymasını bileceğiz. 13 asır önce Orta Asya, 10 asır önce Endülüs’te, 2 asır önce Osmanlı’da hatta 50 yıl önce ülkemizde üretilen bilgileri ayniyle kabullenmek, bugün ne kendimize yeni bir kimlik inşa etme imkanı verir ne de hayatı Allah ve Resulünün muradı doğrultusunda yaşamamızı sağlar. Aksine bizi dinden uzaklaştırır, aramıza mesafe koyar.

Günümüzde mevcut dindarlığımız üzerinde düşünüp aksayan ve eksik kalan kısımlarımızı keşfederek dinimizin değişmez emir-yasak, değer, ilke ve prensiplerinden hareketle yeni bir Müslüman kimliği inşa etmek zorundayız.

DİPNOT:

(1)  Yrd. Doç. Dr. Muammer ARANGÜL, GAYRİMÜSLİM HÂKİMİYETİ ALTINDA YAŞAMANIN FIKHÎ AÇIDAN İMKÂNI ÜZERİNE, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2017/2, c. 16, sayı: 32, s. 437 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/404571

NEDEN BU HALDEYİZ?

Pakistanlı sosyal bilimci Dr. Faruk Selam bir makalesinde Müslüman coğrafyasıyla alakalı şu çarpıcı bilgileri aktarıyor:

Hristiyan dünyasındaki 'okur yazarların' yaklaşık yüzde 40'ı üniversiteye devam ederken, Müslüman dünyasındaki üniversiteye devam oranı 'okur yazarların' yüzde ikisinden fazlası değil.

Çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde bir milyon Müslümana 230 bilim insanı düşüyor. ABD'de milyonda 4.000 bilim insanı ve Japonya'da milyonda 5.000 bilim insanı var.

Dünyada sadece 14 milyon Yahudi var; Amerika'da yedi milyon, Asya'da beş milyon, Avrupa'da iki milyon ve Afrika'da 100.000. Dünyadaki her bir Yahudi için 100 Müslüman var.

Son 105 yılda 14 milyon Yahudi 15 düzine Nobel Ödülü kazanırken, 1,4 milyar Müslüman sadece üç Nobel Ödülü kazandı (Barış Ödülleri dışında). (1)

Peki bu üç Müslüman bilim insanı Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerindeki üniversitelerde çalışırken mi Nobel aldı?

Maalesef hayır.

Prof. Dr. Aziz Sancar, 2015 Nobel Kimya ödülü: University of North Carolina (ABD). (2)

Muhammed Abdüsselam (Pakistan), 1979 Nobel Fizik ödülü: University of Cambridge (İngiltere). (3)

Ahmed Hassan Zewail (Mısır), 1999 Nobel Kimya ödülü: California Institute of Technology (ABD). (4)

57 İKT ülkesinin birleşik yıllık GSYİH'si 2 trilyon doların altında. Amerika tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretiyor; Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3,8 trilyon dolar ve Almanya 2,4 trilyon dolar (satın alma gücü paritesi bazında). (1)

2022 en iyi üniversiteler sıralamasına Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerden ilk 100’e sadece Malezya’dan bir üniversite girmiş. İlk 500’e Malezya’dan 8; Endonezya’dan 4; Pakistan’dan 3; Suudi Arabistan’dan 3; İran’dan 2 ve Mısır’dan 1 üniversite ancak girebilmiş. İlk 500’te Türkiye’den hiçbir üniversite yok. Eskiden sıralamaya giren Bilkent, Boğaziçi gibi üniversiteler de artık yok. İlk 500’de Amerika Birleşik Devletleri’nden 94, İngiltere’den ise 49 üniversite var. (5)

9 milyon(6) nüfusluk İsrail’de 6 üniversite var. 5’i de ilk 500’de. (5)

Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde yaklaşık 1000 yıldır insanlığa katkı olarak bilim alanında dikkati çekecek bir keşif veya icat ne yazık ki yok! Aransa bir takım teselli parçacıkları bulunabilir belki fakat bizim teselliye değil realist olmaya ihtiyacımız var.

İSLAMİYET GELİŞMEYE ENGEL Mİ?

Sebep neydi?

Bir dönemde başarılan neden bir başka dönemde başarılamıyordu?

Sebep İslamiyet miydi?

Şayet bir kültür, bir medeniyet, bir zihniyet bir çağda dünyanın sayılı başarılı medeniyetlerinden kültürlerinden birini üretiyorsa diğer çağda tam bir çöküş sergiliyorsa bunun açıklaması o kültürün kendi terimlerinde olamaz. Yani ‘teori bozuktu o nedenle böyle oldu.’ diyemezsiniz.

Şayet bir inanış, bir felsefe, bir din, tarihin bir devrinde harikalar ortaya çıkarmışsa, fevkalade üstün ürünler sergilemişse ve fakat aynı inanış tarihin bir başka zaman diliminde yaşandığı coğrafyada yerlerde sürünüyorsa bunun sebebi o inanış, felsefe veya dinde aranmamalı.

Öncelikle İslam'ın temelini gözden geçirelim.

Kur’an’da bilim ve teknik araştırma yapmayı engelleyici bir hüküm mü var?

Tabii ki yok.

Fakat maalesef Müslümanların ezici çoğunluğu 10 yüzyıldır sanki varmışçasına davranıyor.

Halbuki Kur’an’da namaz, zekât, oruç nasıl birer emir olarak yer almışsa “okuma” “aklını kullanma” ve “düşünme” emirleri de öylece yer almıştır.

İlk nazil olan emir: “Oku” (Alak, 1) (7)

Kur’an, 33 ayet-i kerimede “aklınızı kullanın” vurgusu yapar:

“Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”

“Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”

“Umulur ki aklınızı kullanırsınız.”

“Muhakkak ki bunda, aklını kullanabilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır”… gibi içeriklerle tam 33 ayet var. (8)

15 ayette(9) Kur’an şunu soruyor:

“Yaratılışla ilgili, yeryüzü ve gökyüzü hakkında, insan hakkında niçin düşünmüyorsunuz?” “Neden tefekkür etmiyorsunuz?”

Fakat maalesef “İlim her erkek ve kadın üzerine farzdır.buyuran(10);

“En faziletli sadaka Müslüman’ın ilim öğrenip sonra onu Müslüman kardeşine öğretmesidir.” buyuran(11) bir peygamberin takipçileri yüz yıllardır cehalet ve yobazlık batağına saplanmıştır.

İşte bu acı tablo nedeniyle Hz. Bediüzzaman fen, teknoloji araştırmalarını ve sanatla meşgul olmayı “Allah’ın adını kalplere duyurma”nın bir parçası olarak kabul etmiş:

"Herbir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira, ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârcihad edeceğiz." demiştir. (12)

DİPNOT:







(7) İsmail Hilmi BİLGİ, İLK NAZİL OLAN AYETLERİN İÇERDİĞİ MESAJLARIN KUR’AN BÜTÜNLÜĞÜ İÇERİSİNDEKİ YERİ, s. 97 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/303745

(10) İbn Mace, Mukaddime, 17 https://sunnah.com/ibnmajah:224
(11) İbn Mace, Sünne, 20 https://sunnah.com/ibnmajah:243
(12) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, Hakikat https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/divan-i-harb-i-orfi/32

Ayetlerin Sadece Lafzi Okunmasının Yanlışlığı ve Sadakayla İlgili Bir Ayet

  Başlıktaki ayet-i kerime Tevbe suresinde yer alıyor. Lafzi olarak ayeti şöyle tercüme edebiliriz:  “Sadakalar konusunda müminlerden ek bağ...