c) Aklın Korunması (Düşünce ve İfade Özgürlüğü)
Aklın korunması, canın korunması içinde ele alınabilecek bir mevzu iken, önemine binaen fakihler bunu müstakil bir başlık altında ele almayı tercih etmişlerdir. Zira insan, aklıyla insandır. Aklı vesilesiyle doğruyla yanlışı, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırabilir. Dinî sorumluluğun esası da, akıldır. Bu nedenle çocuklar ve deliler dinî kurallarla sorumlu tutulmamışlardır. Yine insan, aklı vasıtasıyla dinî hükümleri anlar, yorumlar ve onlardan yeni hükümler çıkarır.
Ne var ki aklın, kendinden beklenen işlevleri gerçekleştirmesi ve sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarabilmesi için zeminin uygun olması, düşünce ve ifade özgürlüğünün bulunması lazımdır. Yani birey, benimsediği siyasi, felsefi veya dinî görüşlerini hiç kimseden korkmadan ve endişe etmeden dile getirebilmelidir. Baskı, şiddet ve cebrin var olduğu ortamlarda aklın kendisinden beklenen ürünleri verebilmesi mümkün değildir.
Kur’ân’ın birçok ayette, Allah’ı inkâr eden münkirlerle, O’na ortak koşan müşriklerin sözlerini nakletmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü adına üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Örneğin Kur’ân, kâfirlerin peygamberlere yönelik ağır hakaretlerini nakletmekte bir sakınca görmez. Firavun ve Nemrut gibi ilahlık taslayan şahısların ifadelerini dahi zikreder. Yine inkârcı ve putperestlere ait bir çok iddiayı dillendirir. Kur’ân’ın tarihin sayfaları arasında kalmış bu çeşit hadiseleri nakletmesi bir açıdan düşünce ve ifade özgürlüğüne verdiği ehemmiyeti gösterir.
Kur’ân’ın, inanmayanlar karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğiyle ilgili Peygamberimiz’e yaptığı şu tavsiyeler de bu konuda dinin çerçeveyi ne kadar geniş tuttuğunu gösterir: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (40) “Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.” (41)
Kur’ân’da yer alan, “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (42); “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (43) şeklindeki âyetlere bakıldığında, Yüce Allah’ın en çok değer verdiği iman konusunda bile insanlara düşünce hürriyeti ve seçim özgürlüğü tanıdığı görülür. İnanma veya inanmama insana bırakılmıştır. Ama bireyin bu konuda doğru bir tercih yapabilmesi için, her tür baskı ve istibdadın izale edilmesi ve aklın önündeki tüm engellerin bertaraf edilmesi gerekir.
İnsan, kendisini baskı altında tutan her çeşit bağdan kurtularak Kur’ân âyetleri üzerinde düşünebilse, mutlaka Rabbinden kendisine gelen “hakkı” bulacak, kendisine gösterilen yolun doğruluğunu anlayacaktır. Dinde zorlamanın olmamasının anlamı da budur. Akıl, şayet yaratılış istikametinde, yani yerinde ve gerektiği şekilde kullanılırsa bir Yaratıcının var olduğunu bulur. Akıl, mantık ve muhakeme imanı gerektirir. Kafirlik ise irrasyoneldir, akıl dışıdır. Çünkü eser müessir olmadan meydana gelmez. Kitap, kâtibine delalet eder. Bir Yaratıcının varlığı gerçeği kabul edilmeden müthiş bir düzen ve ahenk içinde yaratılan varlık izah edilemez. (44) Bu nedenle âyetler devamlı olarak beşere aklını kullanmayı ve varlık üzerinde tefekkür etmeyi salık verir. Herhangi bir inancı dikte etmez; aksine delil ve burhanla konuşur.
Üstelik dinin beşeriyetin önüne serdiği fayda ve güzellikler o kadar zahirdir ki, bunları görebilmek ve kabullenebilmek için baskı ve zor kullanmaya değil; var olan baskıları gidermeye ihtiyaç vardır.
Aklın korunması denildiğinde daha ziyade İslâm’ın sarhoş edici içki ve uyuşturucu gibi maddeleri haram kılması anlaşılır. Çünkü bu tür maddeler, aklı perdeler ve onun fonksiyonlarını yerine getirmesini önler. Dolayısıyla bunların yasaklanmasının nedeni bir yönüyle İslâm’ın akla verdiği ehemmiyettir. Ama bunların yanı sıra her tür baskı, zorlama ve şiddetin yasaklanmasını da “aklın korunması” çerçevesinde düşünebiliriz. Zira bunlar da aklı devre dışı bırakacak veya onun kendisinden beklenen ürünleri ortaya koymasına mani olacaktır. Despotizmin hâkim olduğu ülkelerde bunu net olarak görebiliriz.
d) Neslin Korunması
İslâmî hükümlerin önemli hedeflerinden birisi de evlilik ve aile hayatını düzenlemek ve bu konudaki hak ve özgürlükleri koruma altına almaktır. Evlenme ve aile kurma hakkı, çocuk sahibi olma hakkı, çocuk hakları, kadın hakları, özel yaşamın gizliliği ve konut dokunulmazlığı gibi haklar neslin korunması çerçevesinde mütalaa edilebilir. İslâm, çocukların sağlıklı bir yuvada büyümesi, soyların birbirine karışmaması ve toplumun dejenere olmaması adına her tür gayrimeşru ilişkiyi yasaklar. Fakat hem neslin devam etmesi hem çocukların sağlıklı yuvalarda büyümesi hem de insanların fıtri ihtiyaçlarını gidermeleri adına evliliğe ciddi teşvikte bulunur. Hatta Kur’ân, evliliğe güç yetiremeyen ihtiyaç sahibi bireyleri evlendirme görevini topluma yükler, fakirliğin bile evliliğin önünde bir engel oluşturmaması gerektiğini beyan buyurur. (45)
Çocuk hakları da İslâm’ın ehemmiyetle üzerinde durduğu konulardan biridir. İslâm’a göre dünyaya geldiği andan itibaren çocuğun vücup ehliyeti (zimmeti) vardır. Yani doğumla birlikte hukukî ve gerçek kişilik de başlar. Dolayısıyla çocuk her tür haktan faydalanabilir. Mülkiyet sahibi olabilir. Yani kendisine kalan mirasa, verilen hediyelere malik olur. Veli veya vasisi çocuğun mülkiyet haklarında veya şahıs haklarında hiçbir şekilde onun aleyhine olacak tarzda bir tasarrufta bulunamaz.
Kur’ân ve Sünnet, ebeveyni, doğumdan itibaren çocuklara karşı yerine getirmeleri gereken ehemmiyetli bir kısım vazife ve sorumluluklarla yükümlü tutar. Çocuğa güzel bir isim verme, sünnet ettirme, akika kurbanı kesme, geçimini sağlama, bakım görümünü güzel yapma, iyi bir terbiye verme, eğitimiyle meşgul olma, geleceğe hazırlama, şayet varsa mallarını en güzel şekilde koruyup geliştirme çocuğun anne-baba üzerindeki hakları olarak ifade edilir.
Çağımızda dünyanın birçok yerinde yaygın bir şekilde uygulanan kürtajın, genel olarak İslâm fıkıhçıları tarafından haram görüldüğünü belirtmek gerekir. Çağdaş dünya kürtajı anne-babanın bir hakkı olarak görse de, İslâm fıkıhçıları konuya çocuk açısından bakar, eksik de olsa onun da hayat taşıdığını savunur ve Allah’ın yarattığı bu cana anne-babasının kıymasını caiz görmezler.
İslâm’ın kadına verdiği değer ve ona tanıdığı haklar da devrim niteliğindedir. İslâm’dan evvel gerek Arap toplumunda gerekse dünyanın daha farklı coğrafyalarında kadına reva görülen zulüm ve haksızlıklara bakıldığında, İslâm’la birlikte onun nasıl gerçek değerini kazandığı daha iyi görülür. İslâm, bir taraftan kadını sömüren ve aşağılayan her tür düşünceyi ve uygulamayı kökünden söküp atarken, diğer yandan da erkeğin sahip olduğu şahsî, ailevi, içtimai, hukuki ve iktisadi her tür hakkı ona da tanımıştır.
Kur’ân bir taraftan, erkeklerin ve kadınların birbirleri üzerinde hakları olduğunu (46) beyan buyurarak ailedeki karşılıklı haklara dikkat çekmiş, diğer yandan da “Onlarla güzellikle geçinin.” (47) âyetiyle kadına karşı yapılacak her tür kötü muameleyi yasaklamıştır. Allah Resûlü, ümmetine son tavsiyelerde bulunduğu ve son ikazlarını yaptığı Veda Hutbesinde, “Kadınlar hususunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız.” (48) buyurmuştur.
İslâm’da kadın; hayat hakkına sahip olma, çalışma, mülklerinde istediği gibi tasarrufta bulunma, onuruyla yaşama, evlenme, evlat sahibi olma, eğitim alma, ibadetini yerine getirme, din ve vicdan hürriyetine sahip olma ve benzeri temel hak ve özgürlüklerin hepsinde erkekle aynı pozisyondadır. İslâm’da kadın ile erkeğin değişik kurallara tâbi olduğu çok az mesele vardır ki, bunların maksadı da kadın ve erkek arasında bir hiyerarşi kurmak, kadına zulmetmek veya onu ikinci sınıf insan konumuna düşürmek değildir. Aksine bu farklılık, bazen kadın ve erkeğin farklı fıtrat ve tabiatlara sahip olmalarından, bazen erkeğe nispeten daha hassas ve duygusal yaratılan kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından bazen de ailevi ve içtimai dengelerin gözetilmesinden kaynaklanır.
Modernizm ve feminizmle beraber kadınlar haklı olarak yüzyıllar boyunca kendilerinden gasp edilen haklarını geri alma ve kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıkları bertaraf etme mücadelesine girişmiş ama bir tepki hareketi olarak başlayan bu mücadelede denge tam olarak gözetilememiştir. Bu nedenle feminizm, kadına hak ettiği yeri ve kıymeti kazandırma hareketi olarak başlamışsa da, pek çok araştırmacının da ifade ettiği üzere, bir süre sonra kadın ve erkek arasındaki çatışmaları körüklediği ve hatta yer yer kadın-erkek düşmanlığını tetiklediği söylenebilir.
Oysaki İslâm nazarında kadın ve erkek, birbiriyle çatışma, yarışma ve rekabet hâlinde olan iki düşman değil; kâinattaki bütün canlılar ve hatta bütün varlıklar gibi bir araya gelerek bir bütün oluşturmaları gereken iki farklı cinstir. Allah, kadını ve erkeği farklı fıtratlarda yaratmış, her iki cinsi de apayrı özellik ve yeteneklerle donatmış ve bunları birbirine muhtaç kılmıştır. Kadın ve erkek bir araya geldiğinde bir bütün meydana getirecek, birbirlerinin noksanlıklarını giderecek özelliklere sahiptirler. Fakat fıtratla savaşma pahasına cinsiyet rollerini yok eden ve bu iki farklı cinsi birbiriyle vuruşturup yarıştıran modern dünyanın, ailenin dağılmasında ve parçalanmasındaki rolü büyüktür.
Bütün bunların yanında Kur’ân’da, izin almadıkça ve selam vermedikçe evlere girilmesinin yasaklaması (49), Peygamberimiz’in, değil izinsiz evlerin içine girmek, izin verilmedikçe başkasının evinin içine bakmanın bile haram olduğunu bildirmesi (50) İslâm’ın insan onuruna, mahremiyete ve mesken dokunulmazlığına verdiği önemi gösteren önemli misallerdir.
e) Malın Korunması
Hiç şüphesiz eşya üzerindeki hakların en güçlüsü sayılan (51) mülkiyet hakkı, insan haklarının en ehemmiyetlilerinden biridir. Çünkü mülkiyet haklarına tecavüz edilen bir yerde, insanların çalışma, kazanma ve birikim yapma istekleri söner, toplumsal denge ve huzur altüst olur. Bu yüzden insanları çalışmaya, kazanmaya ve üretmeye teşvik eden İslâm, mülkiyet hakkını kutsal kabul etmiş ve insanların sahip oldukları mal ve servetleri koruma adına önemli düzenlemeler getirmiştir.
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.” (52) âyeti net ifadelerle mülkiyetin dokunulmaz olduğunu ortaya koyar. Peygamberimiz, aynen can ve namus gibi malın da dokunulmaz ve mukaddes olduğunu ifade buyurur. (53) İslâm’ın hırsızlık ve eşkıyalık suçları için en ağır cezai yaptırımlar takdir etmesi de mülkiyet hakkına verdiği önemi gösterir.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da görüleceği üzere İslâmî hükümlerin ana maksadı temel insan haklarını korumaktır. İnsan ise hak ve özgürlükleriyle insandır. Bu nedenle insan haklarının korunması aynı zamanda Müslümanlığın ve İslâm’ın korunmasıdır. Çünkü temel haklarından yoksun yaşayan bir insanın ne hakkıyla Müslüman olması ne de dinine sahip çıkması mümkün değildir.
EŞİTLİK KAVRAMI ÜZERİNE
İnsan hakları uğrunda yapılan mücadelenin temelinde, tüm insanların eşit olduğu ön kabulü bulunur. İnsan hakları mücadelesinin öncelikli amacı, toplumdaki her tür ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır.
İnsan hakkı ihlallerinin en temel nedeni, sahip oldukları makam, servet yahut güç sebebiyle kendilerini başkalarından üstün gören kişi veya gruplardır. Bugüne kadar kendilerini halkın efendisi ve sahibi gibi gören despot yöneticiler kadar hiç kimse insanların temel hak ve özgürlükleri önünde tehdit oluşturmamıştır. Yine sermaye babaları ve aristokratik zümre de servetlerinin gücüne dayanarak kitleleri ezmiş, sömürmüş ve değersizleştirmişlerdir. Dini bir sömürü vasıtasına dönüştüren ve onunla insanları aldatan din adamları da yer yer insan hakkı ihlallerine yol açmıştır.
İblisle başlayan ve Hz. Âdem’in oğullarıyla devam eden üstünlük ve ayrımcılık sorunsalı, öteden beri insanlığın başına belâ olmuş ve ağır hak ihlallerine yol açmıştır. Kurulan kast sistemleri yüzünden toplumun alt tabakalarına hiçbir zaman insanca yaşama imkân ve fırsatı tanınmamıştır. “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (54) diyen ve halkını ezen sadece Firavun değildir. Beşeriyet tarihi Firavun ve Nemrutlarla doludur. Günümüzde de kendini Tanrının dünyadaki temsilcisi gören tiran ve diktatörlerin sayısı oldukça fazladır.
Yine tarihte pek çok ırk ve millet kendini “seçilmiş” ve “üstün” görmüş, bu yüzden de kendilerine nispetle “zelil ve küçük” gördükleri milletleri ezip yok etmede bir mahzur görmemiştir. Tarihin tozlu sayfalarına gitmeye gerek yok. Modern dünya her ne kadar sahip olduğu medeniyet ve gelişmişlikle övünse de, hâlâ ırkçılık sorunsalının üstesinden gelememiştir. Siyahilerin maruz kaldığı problemler hâlâ devam etmektedir. Etnik azınlıklara birçok ülkede en temel insan hakları bile çok görülmektedir. Herkes sözde eşitlik taraftarı olsa da VIP uygulamalar adı altında örtük bir ayrımcılık sürüp gitmektedir.
Üstünlük, nefis için büyük bir tatmin vasıtası olarak görülüyor. Dolayısıyla kimse kolay kolay sıradan olmak istemiyor, kendisini halktan biri olarak görmeyi nefsi adına zül kabul ediyor. Bu nedenle eşitlik sadece hukuksal bir sorunsal değil, aynı zamanda önemli bir ahlâki sorunsaldır.
EŞİTLİK NEDİR?
Burada eşitlik ifadesiyle kastedilen anlam, insanlar arasında her açıdan mutlak bir eşitlik sağlamak değildir. Bu mümkün de değildir. Çünkü fıtrata terstir. En başta insanlar her yönüyle eşit olarak dünyaya gelmezler. Her birinin rengi, dili, zekası, kuvveti, yetenekleri, sahip olduğu mal ve serveti, hayatını idame ettirdiği coğrafya, yetiştiği aile vs. farklı farklıdır. Yine onların gelecekte ortaya koyacakları gayret, yapacakları seçimler, yönelecekleri işler, elde edecekleri kazançlar, tutacakları yollar da birbirinden farklı olacaktır. Tüm bu farklılıkları yok etmeye çalışmak fıtrata karşı harp ilan etmek demektir.
Kur’ân’ın beyanıyla iyi ve güzel şeyler kötü ve çirkin şeylerle bir olmadığı gibi (55), Allah katında da insanlar katında da elbette iyi ve ahlâklı insanlar, kötü ve ahlâksız insanlarla bir ve eşit olmayacaktır. Şayet bir üstünlük aranacaksa bu, ırkta, soy sopa göre değil, işte burada aranmalıdır. “Güzel ahlak gibi asalet yoktur.” (56) hadisinin de işaret ettiği üzere, insana saygınlık ve üstünlük kazandıracak olan haslet, ahlâktır.
Dinlerin, hukuk sistemlerinin yahut insan hakları mücadelesi veren örgüt ve kurumların toplum fertleri arasında sağlamaya çalıştıkları eşitlik de böyle bir eşitlik değildir. Bireylerin emek vererek, çalışarak, didinerek, sahip oldukları yetenekleri yerli yerince kullanarak, iradelerinin hakkını vererek elde ettikleri üstünlüğe kimsenin sözü olamaz. Komünizmin yapmaya çalıştığı gibi bireylerin yetenek ve emeklerini görmezden gelerek herkesi aynı hayatı yaşamaya zorlamanın bizatihi kendisi ağır insan hakkı ihlallerine yol açar. Bireylerin huy, karakter, yetenek ve zeka gibi açılardan farklı farklı yaratılmaları toplumsal hayatın düzen ve ahenk içinde devam etmesi adına bir zorunluluktur.
Bu nedenle mutlak eşitlik davasının sebep olacağı zulümler gözden uzak tutulmamalı ve mutlaka eşitlik ile adalet kavramları birlikte ele alınmalıdır. Adalet ise hakkı yerine koymak, haklarda dengeli olmak ve herkese hak ettiği payı vermek anlamına gelir.
İnsan hakları perspektifinden aranması gereken eşitlik; herkesin insan olmada, hak ve vazifelerde, kanun önünde, tanınan imkân ve fırsatlarda eşit olmalarıdır. Eşitlik ilkesi, bireylerin kendi gayretleriyle sonradan elde ettikleri bir kısım değerleri görmezden gelmez; bilakis insanların sahip oldukları ırkları, renkleri, dilleri, dinleri, kabileleri, cinsiyetleri, soyları vs. açısından herhangi bir ayrıcalığa sahip olamayacaklarını savunur.
İSLÂM’IN AYRIMCILIKLA MÜCADELESİ
İslâm, ortaya koyduğu hükümlerle âdeta toplumdaki her türlü ayrımcılığa karşı savaş açmıştır. Hucurat sûresindeki şu âyet üstünlüğün soyda değil ancak takvada olduğunu belirtir: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (57)
Nisa sûresinde de tüm beşeriyetin aynı anne babadan gediklerine ve aralarında ontolojik açıdan herhangi bir fark olmadığına dikkat çekilir: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının.” (58) Dolayısıyla hiç kimse, yaratılıştan gelen bir üstünlük iddiasıyla başkaları üzerinde hakimiyet kurma hakkına sahip değildir.
Peygamberimiz (s.a.s), ırkçılık ve ayrımcılığın en katı ve en yoğun olarak yaşandığı Arap coğrafyasında, öyle adımlar atmış, öyle uygulamalar ortaya koymuştur ki bir süre sonra her çeşit ayrımcılık fikrini kökünden söküp atmıştır. Örneğin soylu bir aileye mensup olan halasının kızı Hz. Zeyneb ile kölelikten azat edilmiş Zeyd b. Harise'nin evliliğine aracı olması, Hz. Zeyd’i ve daha sonra onun oğlu Hz. Usame’yi ordu komutanı tayin etmesi, daha önce siyahi bir köle olan Bilâl-i Habeşî’yi Mescid-i Nebevi’nin müezzini yapması, yine siyahilerden olan Ubade b. Samit’i elçi olarak Mukavkıs’a göndermesi gibi uygulamalar, eşitlik konusunda büyük bir inkılap meydana getirmiştir.
Hz. Peygamber, vazifelendirmelerde liyakat ve ehliyeti esas almış, muhatabının köle, azatlı, fakir veya siyahi olup olmamasına önem vermemiştir. Zira O'nun gözünde, tüm insanlar eşit haklara sahiptir.
Tabii ki cahiliyeden yeni çıkmış bir toplumda eşitlik düşüncesinin oturması kolay olmamıştır. Bilhassa Mekke’nin aristokratik kesimi tarafından büyük tepki görmüştür. Öyle ki Kureyş’in ileri gelenlerinin İslam'a girmemeleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri gerekçelerden ve belki en önemlilerinden biri, İslâm’ın getirmiş olduğu bu eşitlik ilkesidir. Çünkü onlar, Müslüman olurlarsa sahip oldukları ayrıcalık ve üstünlüklerini kaybedeceklerinden korkuyor; köle ve fakirlerle aynı ortamda bulunmayı ve eşit haklara sahip olmayı kendilerine yediremiyorlardı. Bunu Peygamberimiz’e karşı açıkça dile getirmekten de geri durmuyorlardı. Örneğin bir keresinde O’na giderek, köle ve fakirleri yanından uzaklaştırdığı takdirde kendisine tâbi olabileceklerini söylemişlerdi. Ne var ki bu, İslâm’ın temel öğretisine zıttı. Bu nedenle nazil olan şu âyet-i kerime onların bu isteklerini reddetmiştir: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki bunları kovup da zalimlerden olasın!” (59)
İslâm’ın eşitlik ilkesini çok iyi idrak eden ve hazmeden Raşit Halifeler, hayatları boyunca buna bağlı kalmış ve Allah Resûlü’nün ayrımcılığa karşı başlattığı savaşı devam ettirmişlerdir. Hz. Ömer devrinde yaşanmış şu olay, günümüz dünyasının henüz İslâm’ın vaz ettiği eşitlik fikrinin çok gerisinde olduğunu gösterir: Toplumun aristokrat sınıfından biri olan Cebele b. Eyhem kalabalıkta yürürken bir bedevi elbisesine basar. Bunun üzerine İbn Eyhem, bedevinin yüzüne vurur ve burnunu kırar. Bedevi devrin halifesi olan Hz. Ömer’e giderek onu şikayet eder. Hz. Ömer kısasa hükmeder. Cebele, şimdiki ifadesiyle ayaktakımından biri ile kısas olmaya karşı çıkar. Ne var ki Hz. Ömer’in yanıtı açıktır: “Şüphesiz ki İslâm sizi eşitlemiştir.” (60)
İslâm’a göre tüm bireyler yargı önünde eşittir. Hiç kimsenin dokunulmazlık hakkı yoktur. Suç işleyen her kim olursa olsun cezasını çeker. Hz. Peygamber hırsızlık yapan soylu bir kadının affı talep edildiğinde şiddetle bunu reddetmiş, kızı Fatıma hırsızlık yapsa onu da cezalandıracağını söylemiş ve arkasından şu önemli hatırlatmayı yapmıştır: “Sizden öncekileri helak eden şeylerden biri şuydu: Onlardan zayıf biri hırsızlık yapınca cezalandırılır, kuvvetli biri yapınca geçiştirilirdi.” (61)
Günümüzde insan hakları savunuculuğu alanında oldukça mesafe alındığını söyleyebiliriz. Beşeriyet, sahip olduğu hak ve özgürlüklerin ne kadar önemli olduğunu ve bunlara sahip çıkmadığı takdirde hayatın kendisi için nasıl zindana çevrileceğini her geçen gün daha iyi anlıyor. Fakat maalesef Müslümanlar arasında henüz yeterli düzeyde hak arama bilincinin oluştuğu söylenemez. Zaten idarecileri zamanla tiranlaştıran ve hak gaspına sevk eden önemli nedenlerden biri de halkın bu konudaki pasifliği ve duyarsızlığıdır.
Şunu çok kolaylıkla söyleyebiliriz ki mü’minleri hak savunuculuğuna teşvik edecek en güçlü motivasyon, İslamî motivasyondur. Şayet Müslümanlar, kime ve neden yapıldığına bakmaksızın her çeşit haksızlığa engel olmaya çalışmanın en önemli İslamî görevlerden biri olduğunu idrak ederlerse, bu konuda daha çok inisiyatif alırlar; korkuları veya çıkar beklentileri, onları hak müdafaasından alıkoymaz; çevrelerinde yaşanan ağır insan hakkı ihlallerini görmezden gelmezler.
Kur’ân ve Sünnet, bir yandan çağımızda insan hakkı ihlali olarak görülen suçları işlemeyi şiddetle yasaklamış, diğer taraftan da hakkı ihlal edilen insanlara yardım etmeyi emretmiştir. Esasında her mü’min bir insan hakkı savunucusu olmak zorundadır. İslamın özünü doğru anlayan bir Müslümanın, haksızlıklara karşı duyarsız kalması mümkün değildir.
Pek çok ulemanın belirttiği üzere, Kur’ân ve Sünnet hükümlerinin nihai maksadı, celb-i menafi (faydalı şeylerin elde edilmesi) ve def-i mefasittir (zararlı şeylerin engellenmesi). Hatta İslam ahkamını bütüncül bir nazarla inceleyen âlimler bunlardan, “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” şeklindeki fıkıh kaidesini çıkarmışlardır. (62) Yani, İslâm’ın getirdiği tüm hükümlerin ilk ve öncelikli hedefi, insanların canına, malına, ırzına, namusuna, onur ve şerefine dokunan her tür zarar ve mefsedetin engellenmesi, ortaya çıktıktan sonra da bir an önce giderilmesidir. Dolayısıyla her bir Müslüman, işin başında haksızlığa maruz kalmamak için lazım olan önlemleri almakla, buna maruz kaldıktan sonra da gücü nispetinde onu ortadan kaldırmakla veya bir şekilde telafi etmekle mükelleftir. Hukukun ana maksadı da budur.
Her çeşit insan hakkı ihlali, bir çeşit zulümdür. Kur’ân ve Sünnet’te zulüm kadar lanetlenen başka bir eylem yoktur. Kur’ân, 300'e yakın âyette zulüm üzerinde durur ve mü’minleri ondan uzak durmaya çağırır. “Zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur.” (63) âyeti, zulmün Allah katında ne kadar ağır cezası olan bir fiil olduğunu gösterir. Çünkü burada doğrudan bir zulüm fiili işlemese ve zalim olmasa bile, zalimlere en küçük bir sempati gösteren insanın dahi Cehennem’e girebileceği belirtilir.
İslâm, ağır uyarılarıyla mü’minleri haksızlık irtikabından, zulme destek vermekten, zalime arka çıkmaktan ve hatta haksızlıklara kalben küçük bir meyil göstermekten sakındırdığı gibi, haksızlıkların engellenmesi noktasında da onlara önemli görevler yükler. “Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının ve bilin ki Allah, azabı çetin olandır.” (64) âyetinde, zalimlerin neden oldukları fitne ve fesadın bir gün gelip herkesi tesir altına alacağı, yani masumlara da zarar vereceği hatırlatılarak, zalime engel olunması gerektiğine işaret edilir. “İnsanlar zalimi görürler de duyarsız kalır, onun zulmüne mâni olmazlarsa, hiç şüphe yok ki Allah’ın azabı herkesi kuşatır.” (65) hadisi de yukarıdaki âyetin anlamını teyit eder.
Şu âyet-i kerime de kötülükler karşısında sessiz kalan insanları kınar:
“Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (66) Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Zayıfın, hiçbir sıkıntıya uğramadan hakkını güçlüden alamadığı bir topluluk yüceltilmez/arındırılmaz.” (67)
İnsanları, başkalarının hakkını savunmasını engelleyen ve haksızlıklar karşısında sessiz kalmaya sevk eden korkaklık ve çıkar beklentisi gibi bir kısım faktörler vardır. Şu hadisler bunların da meşru birer mazeret olamayacağına işaret buyurur ve Müslümanları hakkı ikame etmeye davet eder: “Sakın sizden birinin bir kişiden duyduğu korku, bildiği bir hakkı söylemesine mani olmasın!” (68) “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında adaleti dile getirmektir.” (69)
Şu hadis-i şerif, Müslümanları, etraflarında olup biten haksızlıklar karşısında inisiyatif almaya ve aktif olmaya çağırır: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kardeşine zâlim de olsa, mazlum da olsa yardım et.” Bir adam dedi ki: “Ey Allah'ın Resulü! Ona yardım edeyim mi?” Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Onu (başkalarına) zulmetmekten alıkoymakla, çünkü ona böyle yardım edilir.” (70)
Şuara sûresinde, yalancı şairlerden, onlara uyan sapkın ve azgınlardan, zalimlerden ve onları bekleyen kötü akıbetten bahsedilir ve sonrasında bazı güzel sıfatlara sahip olan samimi mü’minler bunlardan müstesna tutulur. Mü’minlerin sıfatları sayılırken, iman etmeleri, salih amel işlemeleri, Allah’ı çokça zikretmelerinin yanı sıra bir de zulme maruz kaldıktan sonra yardımlaşıp haklarını almaları öne çıkarılır. (71)
İyiliğin tavsiye edilmesi ve yayılması, kötülüğün ise önlenmesi yahut azaltılması anlamlarına gelen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker, İslâm’ın başlıca emirlerden ve temel dinamiklerinden biridir: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (72)
Hz. Peygamberin şu sözleri de tüm mü’mileri kötülükler karşısında duyarlı olmaya çağırır: “Sizden biriniz bir kötülük (münker) gördüğünde eliyle onu düzeltsin. Şayet buna gücü yetmezse diliyle onu düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir.” (73) Bu hadis-i şerif Müslümanları, konumları, güç ve imkânları ölçüsünde kötülüklerle mücadele etmeye çağırır. Şüphe yoktur ki insan haklarını ihlal eden her eylem, bir münkerdir. Dolayısıyla bir Müslümana düşen vazife de eliyle veya diliyle bunu önlemeye çalışmak, buna gücü yetmezse en azından kalben tavır koymak, yani tarafını belli etmektir.
HİLFU’L-FUDÛL
Hilfu’l-fudûl, Bazı Kureyş kabilelerinin, Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek amacıyla yaptıkları Hz. Muhammed’in de katıldığı antlaşmadır. Hz. Muhammed bu antlaşmaya dahil olduğunda henüz peygamber olmamıştı. İbadet ve ticaret merkezi olan Mekke’ye dışarıdan çok sayıda yabancı geliyordu. Bazen güçsüz insanlar, haksızlığa maruz kalıyorlardı. Bazen de Mekkeli kabileler arasında çatışmalar oluyor ve bunun sonucunda mağduriyetler ortaya çıkıyordu. İşte Hilfu’l-fudul’un kurulma gayesi de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmekti. Hılfu’l-fudul antlaşmasının içeriği şuydu: “Allah’a andolsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız.” (74) İçerikten de anlaşılacağı üzere, Hilfu’l-fudul, tam anlamıyla insan hakları savunuculuğunu üstlenmişti.
Bütün kaynaklarda Hz. Peygamber’in bi‘setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsettiği, İslâmiyet’in onu daha da pekiştirdiğine inandığı ve bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağrıldığı takdirde de tereddüt göstermeden derhal icâbet edeceğini söylediği kaydedilmektedir. (74)
Hz. Peygamberin henüz vahiy almadan önce zayıf ve güçsüzlerin haklarını korumak için kurulan böyle bir teşkilatın içinde yer alması ve peygamber olduktan sonra da bundan övgüyle söz etmesi, günümüzde benzer yapıların kurulması için önemli bir teşvik ve motivasyon kaynağıdır.
SAVAŞ ESNASINDA İNSAN HAKLARI
İslâmiyet, asırlar önce vaz ettiği hükümleriyle savaşı belli kurallara bağlamış ve savaş ortamında dahi elden geldiğince insan hakkı ihlâllerinin önüne geçmiştir. Batı’da devletler hukukunun ortaya çıkışı çok yenidir. İslâm tarihinde ise devletler hukuku, fıkhın diğer şubeleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Örneğin İmam Muhammed’in (v. 189/805) sekiz ciltlik “es-Siyerü’l-kebir” isimli eseri baştan sonra bu konuyu ele alır. (75)
En başta şunu vurgulamak gerekir ki İslâm’da barış asıl, savaş ise arızi ve istisnai bir durumdur. Şu âyet-i kerimeler açık bir şekilde barışı yüceltir ve insanları barış içinde yaşamaya davet eder: “Sulh hep hayırlıdır.” (76) “Ey iman edenler! Hepiniz barış ve selamete girin de şeytanın adımlarına uymayın.” (77)
Mücbir sebepler olmadıkça savaşa başlamama ve barış içinde yaşama önemli bir esas olduğu gibi, Kur’ân’a göre savaş esnasında yapılan barış tekliflerinin de kabul edilmesi ve savaştan vazgeçilmesi lazımdır: “Eğer onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse; Allah, onlara saldırmak için size bir yol (yetki) vermemiştir.” (78) “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven.” (79)
Bunlara ek olarak İslâm kelimesinin kökünün sulh, barış, güven ve esenlik anlamlarına geldiğini hatırlatmakta fayda var. (80) Kur’ân’da iki âyet-i kerimede birbirine yakın kelimelerle fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar kıtal (savaşmak) yapılması emredilir. (81) Diğer bir âyet-i kerimede ise Ehl-i Kitap’la alakalı olarak kıtalin (savaşmanın) “cizye verinceye kadar” devam ettirilmesi emir buyrulur. (82) Maalesef bazıları bu âyet-i kerimeleri yanlış yorumladıkları için İslâm’ın her daim inanmayanlarla savaşılmasını emrettiğini zannetmişlerdir. Ne var ki böyle bir anlayış Kur’ân ve Sünnet’in temel ilkelerine terstir.
Kur’ân-ı Kerim’de geçen “kıtal” kelimesinin isim değil, mastar anlamında kullanıldığına dikkat edilmelidir. Yani kıtalin anlamı savaş değil savaşmaktır. Savaş manasında tercih edilen lafız ise harbtir. Bu yüzden bu âyet-i kerimeler zaten başlamış bir harbin ne zaman sona erdirileceğini ifade buyurur. Buradaki emri “savaşa başlama emri” olarak değil, “başlamış bir savaşın bitiş emri” olarak yorumlamak âyetlerin maksadına, siyakına ve Kur’ân’ın bütünlüğüne daha uygun olacaktır. Örneğin isyan eden Müslümanlarla (bâgilerle) alakalı ahkamın beyan buyrulduğu Hucurat sûresinde de, “Allah’ın emrine dönünceye kadar” onlarla savaşılması emir buyrularak savaşın ne zaman bitirileceği hükme bağlanmıştır. (83) Diğer âyetlerdeki mana da bundan farklı olmamalıdır.
Buna ek olarak yukarıdaki âyet-i kerimede beyan buyrulan fitne lafzı, din ve vicdan özgürlüğünü tehdit eden her tür tazyik, şiddet ve işkence anlamındadır, küfür anlamında değildir. Bakara sûresindeki âyet-i kerimenin, “Şayet inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki düşmanlık ancak zalimleredir.” (81) şeklinde devam etmesi de küfrün tek başına savaş gerekçesi olarak gösterilemeyeceğine ve savaşın sadece meşru müdafaa ve zulme engel olmak için yapılacağına dair önemli bir delildir.
İslâm'a yöneltilen en haksız eleştirilerden biri, İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiasıdır. Hâlbuki -bazı istisnaları bir kenara bırakacak olursa- tarihî olaylar buna şahitlik etmediği gibi, dinî naslar da buna müsaade etmez. (84)
Cihad, nefis ve şeytanla mücadele, hak dine davet, emr-i bi’l-ma’ruf, kişinin malı ve canıyla Allah yolunda gayret göstermesi gibi çok farklı boyutları olan oldukça geniş anlamlı bir kavramdır. Cihadı savaşla özdeşleştirmek doğru değildir. (85) Meşru bir savaş, cihadın sadece bir yönünü teşkil eder.
Yine toprak gaspı, yağma, talan, baskı, sömürgecilik, başkalarının doğal kaynaklarına el koyma, zorla dine sokma, politik nüfuz sağlama gibi hedeflerin İslâm nazarında meşruiyeti yoktur.
Bu durumda savaşı meşru kılan nedenlerin neler olduğu sorusu akla geliyor.
Bunların başında meşru müdafaa gelir. Meşru savunma ise bir kimsenin ağır ve haksız bir saldırıyı, zulüm ve tecavüzü kendisinden veya bir başkasından uzaklaştırmak için ortaya koyduğu zorunlu tepkiyi ifade eder. (86) Cana, mala, namusa karşı yapılan haksız saldırılara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmak, bütün hukuk sistemlerinde kabul edilen bir haktır. (87)
“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (88) gibi âyetler de mü’minlere meşru müdafaa izni vermiştir.
“Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (89) âyetinde de aynı mesajların yer aldığı görülür.
Savaşın diğer bir meşru nedeni ise zulmü, işkenceyi, tazyiki ve ağır insan hakkı ihlallerini sona erdirerek insanlara özgürlüğe giden yolu açmaktır. Zulme karşı verilen mücadele, insanî ve İslâmî sorumluluğun bir gereğidir. Nisa sûresinde şöyle buyrulur: “Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: "Ey Rabbimiz! bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder" diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (90)
Diğer insanlara zorla İslam'ı kabul ettirmek de meşru savaş nedeni değildir. Çünkü “Dinde zorlama yoktur.” (26) âyetiyle tazyik, şiddet ve zorlamanın her çeşidi yasaklanmıştır.
Din farklılığının meşru savaş nedeni olduğunu ileri sürmek de yanlıştır. Çünkü bu konuda emredici hiçbir nas yoktur. İlgili naslardan hareket eden Hanefi, Mâliki ve Hanbeli fıkıh alimleri de savaşın illetinin (sebep ve gerekçesi) küfür ve inkâr değil, düşmanlık ve saldırı olduğunu vurgulamışlardır. Dolayısıyla cumhur-u fukahaya göre sırf İslâm’a muhalefetinden veya inkârından dolayı bir insanın öldürülmesi söz konusu olamaz. Bu mevzuda aksi görüşte olanlar, fiilî savaş durumuyla ilgili olan bazı âyetleri bağlamından koparmışlardır.
Bilhassa “Onları bulduğunuz yerde öldürün.” şeklinde geçen âyetler (91) gerekçe yapılarak İslâm’a haksız saldırılar yöneltilmiştir. Oysa bu âyet-i kerimelerdeki öldürme, fiilî savaş durumuyla sınırlıdır ve bir takım müfessirlere göre sadece Mekke müşrikleri hakkındadır. Ne Hz. Peygamber, ne de daha sonraki devirlerde yaşayan Müslümanlar bu âyetin hükmünü mutlak ve genel anlamamış ve bu şekilde bir uygulamaya teşebbüs etmemişlerdir.
Bakara sûresinde öldürme emrinden hemen sonra gelen âyette, “Vazgeçerlerse onları bağışlayın; şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder.” (92) buyrulması da savaşın asıl sebebinin karşı tarafın dinî inançları değil, saldırgan ve düşmanca tutumları olduğunu gösterir.
Küfrün savaş nedeni olduğunu iddia edenler, “İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri vakit kanları ve malları masum olur. Hesapları Allah’a aittir.” hadisinin manasını mutlak ve genel anlamışlardır. (93) Oysaki böyle bir anlayış, barışı ve iyilik yapmayı teşvik eden nasların genel anlamına terstir. Burada hasımlar Müslüman oldukları takdirde zaten başlamış bir harbin biteceğini, kelime-i tevhidi söyleyen hiçbir düşman askerine dokunulamayacağını beyan buyurmaktadır.
Evvela şunu ifade etmek gerekir ki, fertler, gruplar, organizasyonlar kendine göre savaş başlatamaz. Savaş kararını ancak devlet alabilir. Adına ne denirse denilsin, bireylerin kendine göre giriştiği silahlı mücadele yahut intihar bombaları, bir çeşit şiddet ve terör eylemidir. Bunu İslâmî hükümler açısından meşru görmek mümkün değildir. Devlet, savaş kararı aldıktan sonra da savaş hükümlerine bağlı kalmak zorundadır. Savaş ilân etmek siyasi bir karar olsa da, savaşta uygulanacak kurallar, hukukî kurallardır. Hem devlet başkanını hem de askerleri bağlar. Hedefe ulaşma adına her yolu mübah gören makyavelist anlayışın İslâm’da yeri yoktur.
Bakara sûresinde yer alan, “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.” (94) âyeti, savaşta Müslümanlara meşru sınırları korumayı ve itidalden ayrılmamayı emir buyurur ve her tür aşırılığı yasaklar. Hz. Peygamber ise savaş ahkâmına ilişkin sözleriyle ve fiilî uygulamalarıyla hangi davranışların aşırılık ve haddi aşma olduğunu beyan buyurmuştur.
Hz. Peygamber, savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatları vermiştir: “Allah’ın adıyla gidin, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle yapmayın (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını vs. kesmeyin), çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin.” (95)
Hz. Ebû Bekir’in ordunun başında komutan olarak Suriye’ye gönderdiği Usame b. Zeyd’e verdiği şu talimatlar da benzer hükümler ihtiva eder: “Ey Üsame! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mabetlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın.” (96)
İslâm, harb esnasında bile sivillerin öldürülmesine cevaz vermez. Peygamberimiz’in bir savaş meydanında öldürülen bir kadın görünce “Bu kadın savaşan birisi değil ki niçin öldürüldü?” buyurması, öldürmenin ancak savaşçı (mukatil) vasfını haiz kimselerle sınırlı tutulacağını gösterir. (97)
Hatta düşman askerlerinden alınan esirlerin öldürülmesine bile cevaz verilmemiştir. Zira Kur’ân savaş esirleriyle ilgili şu emri vermiştir: “Savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin.” (98) Öldürme bir yana Kur’ân, esirleri doyuran, onların temel ihtiyaçlarını gideren Müslümanlardan övgüyle bahseder. (99)
Peygamberimiz’in ve sahabenin esirlere iyi davrandığı, onlara yediklerinden yedirdikleri, giydiklerinden giydirdikleri, bineklerini onlarla paylaştıkları, iyilik ve ihsanda bulundukları siyer ve tarih kitaplarında kayıtlıdır. Peygamberimiz’in esir düşen anne ile çocuğunun birbirinden ayrılmasını yasaklaması(100), İslâm’ın en zor şartlarda dahi insan hakları konusunda gösterdiği titizliğin güzel bir örneğidir.
Hatta âyet-i kerime Müslüman olmasa dahi eman dileyen ve sığınma isteyen bir kimsenin güvenli bir yere götürülmesini ve can güvenliğinin korunmasını emir buyurur. (101)
Tüm bunlara ek olarak İslâm hangi gerekçeyle olursa olsun hainlik yapılmasını ve yapılan anlaşmaların bozulmasını yasaklar. “Eğer bir topluluğun antlaşmayı bozacağından endişe edersen antlaşmayı derhal sona erdirdiğini onlara açıkça bildir. Allah ahdini bozanları asla sevmez.” (102) âyeti savaş hukuku açısından çok önemli bir ilkeye dikkat çeker.
Kur’ân, Hz. Süleyman kıssasını anlatırken önemli bir ayrıntıya dikkat çeker. Hz. Süleyman büyük bir orduyla bir vadiden geçerken bir karınca şöyle der: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler.” (103) Âyet-i kerimedeki “farkına varmadan” lafzına dikkat çekicidir. Çünkü Müslümanlar, suçsuz insanlara zarar vermek bir yana, bilerek bir karıncaya bile zarar vermeyeceklerdir/vermemelidirler.
İslâm’ın en ağır şartlarda dahi insan haklarını koruma noktasında nasıl azami derecede hassasiyet gösterdiği ortadadır. Kur’ân ve Sünnet’te ortaya konulan hükümler, insan hakkı ihlallerinin zirveye çıktığı savaş şartlarını disiplin altına almış, belirli kural ve prensiplere bağlamış ve böylece her tür keyfilik ve serbestliği önlemeye çalışmıştır. Savaşta bile her tür haddi aşmayı yasaklayan bir dinin, barış dönemlerinde insan haklarına lakayt kalması düşünülemez.
Müslüman olmayan azınlıklar (zımmiler) de insan hakları açısından bir takım çevrelerce dile dolanmıştır ama konuya yakından bakılınca İslam'ın din ve vicdan özgürlüğüne, azınlık haklarına ne derece önem verdiği açıkça görülür. (104) Hz. Peygamber (s.a.s), bazı Mecusilerle de zimmet antlaşması yapmış, onlardan cizye almış ve “Onlara Ehl-i Kitap gibi davranın.” buyurmuştur.
Hanefi ve Maliki fıkıh alimleri Ehl-i Kitap ve Mecusiler haricindeki din müntesipleriyle de zimmet antlaşması yapılmasını caiz görmüş ve tatbikat da çoğunlukla bu şekilde olmuştur.
11. yüzyılda yaşayan İmam Serahsi'nin şu sözlerinin modern insan hakları kuramından bir farkı yoktur: “İnsanın dokunulmazlığı, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı doğumuyla birlikte sabit olur. Onun mümeyyiz olup olmaması önemli değildir. Yine hak ve sorumluluk taşımaya uygun zimmet de doğumla birlikte her insan için sabit olur.” (105)
DİPNOT: